Çevreye duyarlılık İslam ahlakıdır

Çevre sorununu İslam felsefesi üzerinden ele alan Prof.Dr. İbrahim Özdemir, “Kur’an’ın sahibi ile kâinat kitabının sahibi aynıdır” diyor ve ekliyor: “İslam ahlakı Kur’an’a saygı gibi çevreye de saygı gerektirir.” Özdemir, konuyu İslami perspektiften değerlendirerek, tüm canlılara karşı sorumluluğunun bilincinde olan merhamet temelli bir ahlaktan bahsediyor.

Çevre İnsan ve Sorumluluklarımız adlı kitabın yazarı Üsküdar Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özdemir ile çevre bilinci ve insani sorumluluklar üzerine konuştuk. Özdemir, konuyu İslami perspektiften değerlendirerek, tüm canlılara karşı sorumluluğunun bilincinde olan merhamet temelli bir ahlaktan bahsediyor. Toplum olarak bilinçlendikçe çevreye karşı duyarlılığın da arttığına dikkat çeken Özdemir çevre duyarlılığının felsefi boyutuna da dikkat çekiyor.

Çevre, insanoğlunun içinde kendini var ettiği bir ortam. Kendimizi korumak aynı zamanda çevremizi korumayla mümkün. İnancımız doğrultusunda çevremizi korumamız bir görev. Ancak günümüze baktığımızda hiç de öyle davranılmıyor. İnsanlık buraya nasıl geldi, bu saatte neler yapabiliriz?

Çevre kavramı çoğu zaman eksik tanımlanıyor. Böyle olunca da çevreye karşı sorumluluğumuz anlaşılamıyor. Bundan dolayı yeni kitabımın adı: Çevre, İnsan ve Sorumluluklarımız. Biz bir çevreye doğduk. Hz. İbrahim’i hatırlayalım. Nemrut ile olan tartışmasında öncelikle Rab kavramına dikkat çekti. Rabb-alem ilişkisi Müslüman çevre bilincinin temel taşıdır.

Nefesinizi boş işlere harcamayın

Biz çevrenin değerini, onu tahrip edip kirlettikten sonra öğrendik. Kirlettiğimiz bu çevreden her tür gıda ile bu kirlenme bize döndü. Zira biz tabiatın bir parçasıyız; efendisi ve hâkimi değiliz.

Bugün pandemiden vefat eden bir arkadaşımın bize attığı son mesajı “İnsanın en değerli varlığı nefestir. Boş işlere harcamayın” oldu. Umarım, bu pandemi herkesin içerisinde yaşadığımız ve çevre dediğimiz olayı derinliğine kavrar. Tıpkı pandeminin tehlikesini anlayanların, her tür tedbire uyduğu gibi uymayanları uyardığı gibi; çevrenin biz; yani hayatın ta kendisi olduğu bilincine varınca onu koruyacaktır. Bütün mesele bu. Müslüman ülkelerin idarecilerinin halkın ekonomik sorunlarını çözmeleri için Allah’ın yarattığı bugün doğal kaynaklar dediğimiz nimetlerden yararlanmaları elbetteki anlaşılabilir. Bu onların en önemli görevlerinden biridir. Doğal olmayan, bu kaynakları kullanırken Allah’ın tabiatta yarattığı ve korunması konusunda bizleri uyardığı “hassas dengeleri” (mizan) dikkate almamalarıdır. Bize düşen Kur’an’ın öğretileri ışığında, insanlığın birikiminden de faydalanarak kendimize ait kalkınma ve eğitim modelleri geliştirmektir.

Güçlü bir eğitim anlayışı 

Teknoloji hızla ilerliyor ve bizler hayatımızı daha kolay ve daha lüks hale getirmek için çaba sarf ederken gözü kârdan bir şey görmeyen kapitalizmin hoyratlığına kayıtsız kalıyoruz. Bunun bir orta yolu olamaz mı? Kapitalizmi frenleyerek teknolojik gelişmelerden yararlanabilmek mümkün mü?

Bu çok ciddi ve o derece de zor bir soru. Modern teknolojinin hayatımız ve özgürlüğümüz için oluşturduğu tehlikeyi ilk fark edenlerden birisi Alman Filozof Heidegger’di. Daha 1930’lu yıllarda Tekniğe İlişkin Soruşturma adlı küçük bir kitap yazdı. Teknolojinin adeta ruhumuzu ele geçireceğinden ve özgürlüğümüzü yok edeceğinden endişe ediyordu. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz sorunlar Heidegger’in tasavvurunun çok ötesine geçti. Nükleer teknoloji ile üretilen silahlar tüm dünyayı havaya uçuracak sınırı çoktan geçti. İnsanlar sorunu anlayabilseydi, bir çözüm de bulabilirdi. Teknolojinin ve küreselleşmenin yıkıcı etkilerinden ancak güçlü bir eğitim anlayışı ile baş edebiliriz. Ahlaki değerlere ve erdemlere sahip; kendini bilen ve kendi kararlarını verebilen güçlü bireylerden bahsediyorum. Müslüman toplumlar olarak, Kur’an’ın ahlaki ideallerini eğitimin dinamik gücü haline getirip-getirmeyeceğimiz konusunda karar vermemiz gerekiyor. Burada ahlakı en geniş anlamda ele alıyorum. Tüm canlılara karşı sorumluluğunun bilincinde olan merhamet temelli bir ahlaktan bahsediyorum.

Çevre bilinci evde başlar 

Eğitim sistemimiz eğitimli insanlara çevre bilinci aşılamanın çok uzağında. Eğitimin okullardan başladığını düşünürsek bu konuda neler yapılabilir?

Benim kanaatim eğitimin evde başlamasıdır. Anaokulunda filizlenmeli, lise ve üniversite hayatında gelişerek dallanıp budaklanmalıdır. Üniversiteler sadece küresel pazarların talep ettiği iş gücünü sağlamayı değil; aynı zamanda toplum ve gezegenle ilgili temel değerlere sahip; duyarlı ve sorumluluk bilinci olan bireyler yetiştirmeyi hedeflemelidir. Sorumluluk derken, yaptıkları iş ve işlemleri sadece kendi dar çıkarları perspektifinden değil; diğer insanlar ve canlılar için doğacak sonuçlar üzerinden düşünmeleridir. Çevre, din, felsefe bütünlüğü nasıl sağlanabilir. Burada din nereye yerleşebilir? Çevrenin korunmasının felsefesi doğru olarak neyin üzerine inşa edilebilir?

Çevre sorunları 1960’lı yıllarda hissedilmeye başlandı. Rachel Carson’un Sessiz Bahar kitabı bunda çok etkili oldu. 1970’li yıllarda bu konuda kurumsallaşma başladı ve çevreyle ilgili mevzuat oluşmaya başladı. Bunu Çevre Bakanlıklarının kurulması takip etti. Ancak şunu biraz geç anladık. Çevreyi kanunlar bir noktaya kadar koruyabilir. Çevreyi ancak ve ancak duyarlı insanlar koruyabilir. İşte tam da burada çevrenin dini ve felsefi boyutu gündeme geldi. 1970’li yıllarda ana akım felsefeden ayrılan ve kendilerini çevreci felsefeciler olarak tanımlayan filozoflar ortaya çıktı. Zamanla bunların görüşleri birçok çevreci harekete ilham kaynağı oldu.

Prof. Henryk Skolimowski ilk derin çevreci filozof olarak bilinir. Analitik felsefe geleneğinden gelen Skolimowski tüm dünyada yaşanan çevre felaketlerinden dehşete düştü ve ciddi bir öz eleştiri yaptı.

Bunu dinlerin çevreye ilgi duyması izledi. Zira dünya nüfusunun büyük bir kesimi bir dine mensuptu. Sadece Hıristiyan ve Müslümanların toplam nüfusu neredeyse dünya nüfusunun yarısı kadardı. Gary Gardner’in ifade ettiği gibi dini kurum ve liderlerin çevrenin korunması ve sürdürülebilir bir dünya oluşturma çabalarına en az beş önemli katkıda bulunabileceği ortaya çıktı: Dünya görüşü biçimlendirme kapasitesi, ahlaki otorite, geniş bir cemaat tabanı, önemli maddi kaynaklar ve topluluk oluşturma kapasitesi. Son yirmi yılda din ve çevre konusunda ciddi bir bilgi birikimi oluştu.

Aynı geminin yolcularıyız

Çevre deyince aklımıza hep marjinal sol gruplar geliyor. Oysa İslam çevreyi korumayı insanı korumak, inanca sahip çıkmak olarak gören bir din. Bizlerin bu derece uzağa düşmesi ve marjinal grupların bu konulara sahip hale gelmesini neyle izah edebiliriz?

Doğrusu ben de yıllardır bu sorunun cevabını arıyorum. Cevap vermekte zorlanırım.

Kur’an’ın sahibi ile kâinat kitabının sahibi aynıdır. Kur’an’a en ufak bir hakaret veya saygısızlık olduğunda büyük tepki gösterilir. Ancak Allah’ın yarattığı ve bizlere emanet ettiği tabiat kitabı kirletilirken, hayvanlar spor olarak katledilirken; birçoğunun nesli tükenirken Müslümanların tepkisiz kalmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Solcuların çevreciliğine gelince. Kentli, eğitimli sosyal demokrat ve sol grupların çevreye sahip çıkmaları şaşırtıcı değil. Dünyanın her yerinde eğitimli insanlar yaşadıkları tek dünyanın tahrip edilmesi karşısında tepki gösteriyorlar. Çocukları ve torunları için haklı olarak endişe ediyorlar. Kaderci değiller. Müslümanlar sanki bazı şeylerin hesabını ahirete erteliyorlar. Hz. Peygamber’in dediği gibi “bizler aynı geminin yolcularıyız”. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Bu nedenle çevreyi ve biyolojik zenginlik kadar kültürel zenginliği, birlikte duyarlılık göstermemiz ve korumamız gereken ortak değerler olarak görüyorum.

Doğanın bize emanet olduğunu hatırlatmalıyız

Çevrecilik konusunda akademik duyarlılık ve toplum duyarlılığı ne düzeyde? Türkiye’nin de içinde yer aldığı İslam dünyasında bu konuda genel tablo nasıl?

Çevre, iklim değişikliği, sürdürülebilir kalkınma gibi konular üniversite müfredatına girmeye başladı. İskandinav ülkeleri ve Amerikan üniversiteleri bu konuda daha öncü bir rol oynuyor. Birçok üniversite fosil yakıtı terk ederek, alternatif enerjiye yöneldi. Bu kararların alınmasında çevreci öğrenciler etkili oldu. İslam dünyasına ve Türkiye’ye baktığımızda hala yapacak çok şeyimiz var. Öncelikle çevreyi sadece bir ders olarak değil, genel eğitimin temel bir değeri olarak görmek gerekiyor. Kısaca şunu söylemek isterim: Müslüman ülkelerin yükseköğretim kurumları tabiatı ve içerisindeki her şeyi Allah’ın yarattığını ve bize emanet ettiğini; suyunu içerken, havasını solurken nimetlerinden faydalanırken öncelikle şükürle karşılık vermemiz gerektiğinin bilincinde olmalı. Çevreyi ve gelecek nesilleri sevgi ve merhamet korur.

“Benden sonra tufan” diyen bir anlayışın bize verebileceği hiçbir şey yok. Bundan dolayı öncelikle gönüllerimizi sevgi ile yeşillendirmemiz lazım. Gerisi kolay.


Yeni Şafak