Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “20 Yy.’ın diktatörlükler yüz yılı olması Şam Emevi Camii hutbesinin reçetesini anlamamızı sağladı”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Üsküdar Üniversitesi Risale-i Nur Araştırmaları Platformu (RİNAP) ve Nur İlim ve Eğitim Vakfı’nın çevrimiçi düzenlediği Hutbe-i Şamiye paneline katıldı. “Sosyal Hastalıklarda Hutbe-i Şamiye” başlığında konuşmasını gerçekleştiren Tarhan, Bediüzzaman’ın 1911 yılında Emevi Camii’nde okuduğu hutbeyi sosyal bağlamda ele aldı. Tarhan, “20 yüzyılın diktatörlükler yüz yılı olması, Şam Emevi Camii hutbesinin reçetesini anlamamızı sağladı. Bediüzzaman, ilmin izzetiyle makamın tevazusunu çok iyi birleştirdi. Hutbe-i Şamiye eşittir istibdadın yanlışlığını anlatmak. Elinde hakikat olan, özgürlükten korkmayacaktır” dedi.
Prof. Dr. Suphi Deniz moderatörlüğünde gerçekleştirilen panele konuşmacı olarak Prof. Dr. Ahmet Yıldız, Çevre Eski Bakanı Rıza Akçalı, Prof. Dr. Adem Ölmez ve Prof. Dr. Nevzat Tarhan katıldı.
Youtube üzerinden de canlı olarak yayınlanan programa ilgi oldukça yoğun oldu.
“İlmin izzetiyle makamın tevazusunu çok iyi birleştiriyor”
Hutbe-i Şamiye’nin gündeme gelip tartışılmasının çok faydalı olacağını belirterek sözlerine başlayan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan; “Bu hutbe verileli 113 sene olmuş. 113 sene önceki söylenen hutbeyi okuduğu zaman sanki bugün söyleniyor gibi anlayabilir. Yani toprağın altında atılmış bir tohum gibi günümüzde meyve vermeye başladı. Bediüzzaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye yazılırken 3-4 ay Şam’da kalmış. Hatta hacca gitmek için niyet ediyor, oraya gidiyor, orada kalıyor. Hutbeyi burada verirken tabii oradaki ilmin izzetiyle ve oradaki makamın tevazusunu çok iyi birleştirerek güzel bir anlatım yapıyor. ‘Ben bir talebe nasıl hocalarına ders hazırlar, hocalarına anlatır. Ben size öyle anlatıyorum.’ diyor oradaki ulemaya. Bediüzzaman’ın 30’lu yaşlarda bile bu tevazuya sahip olması oldukça dikkat çekici. Hutbeden önce böyle bir giriş yapması. O dönemde Şam’da 100’ün üzerinde büyük alim var.” ifadelerini kullandı.
“Ümitsizlik duygusu insanı bloke eder”
Hutbe-i Şamiye’de sosyal ve psikolojik bir analizin olduğunu söyleyen Tarhan; “Tıpta 3T kuralı vardır. Teşhis, tedavi ve takip kuralı. Bir hastalığı teşhis edeceksin, tedavi yapacaksın ama sonra da takip gerekiyor. O üçü bir olursa sonuç alıyor. Teşhis yanlışsa bütün emekler boşa gidebiliyor. Bu teşhiste doğru koyup koymadığını da önemsememiz lazım. Bu teşhiste altı tane hastalıktan bahsediyor. Birincisi, ümitsizliğin içimizde hayat bulması. Ümitsizlik öyle bir şey ki insanın en çok ümit duygusu harekete geçirir. Ümitsizlik duygusu insanı bloke eder. Stresli bir olay yaşadığı zaman ümitsiz insanlar baştan yenilgiyi kabullenirler. Ümit duygusu varsa vücudu ve beyni ona yardım etmeye başlıyor. Bu plasebo etkisi dediğimiz hastalıktan yüzde 40 iyileştirici etkisi oluyor…” şeklinde konuştu.
“Zihinsel dönüşümden sonra sosyal dönüşüm, ondan sonra siyasi dönüşüm oluyor”
Zihinsel dönüşüm olmadan sosyal dönüşümün olmayacağına dikkat çeken Tarhan; “Bu zamanın savaşları artık psikolojik savaş. 3’üncü Dünya Savaşı psikolojik ve sosyolojik savaş olarak gidecek. O halde bizim yapacağımız şey bir zihinsel dönüşüm yapmamızdır. Zihinsel dönüşümden sonra sosyal dönüşüm, ondan sonra siyasi dönüşüm oluyor. Yani bireyden başlamak. Bediüzzaman bununla ilgili bir yol haritası çizmiş. Bu zahmetli ama kalıcı bir yöntem. Mesela ikinci hastalık olarak sıdkın, hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi, yani doğruluğun ölmesi. Bunu 1911’de söylüyor. Yani Osmanlı'nın son zamanında, demek ki öyle bir şey var ki artık insanlarda güven zayıflamış ve artık doğruluk bitince, içtimai siyasede bitince o onun kuyusunu kazıyor o onun kuyusunu kazıyor. Güçlü zayıfı eziyor. Böyle bir kaos var. Bu meşrutiyetin ilanı ile daha da belirgin hale gelmiş. Bunu tespit ediyor. Bunların hepsi teşhistir.” dedi.
Tarhan, 20 yüzyılın diktatörlükler yüz yılı olması Şam Emevi Camii hutbesinin reçetesini anlamamızı sağladığını da sözlerine ekledi.
“Doğruluğu ve güven duygusunu arttıracak çalışmalar yapılması lazım”
Güven duygusu zayıf olanların öfkeyle beslendiğine işaret eden Tarhan; “Teşhis, askeri bir güçle toplumu düzeltmek değildir. Teşhis, önce insanların zihinsel dönüşümünü sağlamaktır. Doğruluğun hayat-ı içtimaiye’de yayılmasını sağlamak. Bu teşhis olursa çaresi de ona göre üretilecek. Bir diğer hastalıksa adavete muhabbet, yani düşmanlığı sevmek. Yani ‘İnsan neden düşmanlığı sever, neden öfkeyle beslenir?’ demek. Başkasına çelme takmakla, yüzüstü yapmakla beslenir. Bu öfkeyle beslenme, güven duygusunun zayıfladığı zamanlarda olur. Yani birisi selam verse bunun menfaati var. Birisi bir şekilde farklı davransa bu aklından bir şeyler çeviriyor gibi güven duygusunun toplumda zayıfladığını gösteriyor. O halde ümitsizliği azaltacak, doğruluğu ve güven duygusunu arttıracak çalışmalar yapılması lazım.” ifadelerini kullandı.
“İnsan güvenemediğine korkuyla yaklaşır”
İnsanların güvenemediği kişilere korkuyla yaklaştığını söyleyen Tarhan; “Dördüncü olarak söylediği de Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek. Yani burada nurani bağlar var. İnsan arasındaki ilişkiler var. Sevgi bağı, saygı bağı, sadakat bağı ve güven bağı var. Bütün bağlar zarar görmüş. Bu bağların zayıflamasının arka planındaki neden güvenin zayıflatmasıdır. İnsan güvenemediğine korkuyla yaklaşır. Korkuyla yaklaştığı zaman da ilişkiler hasar görür ve insanların arasındaki bağlar zayıflar.” dedi.
“Amaç adaletse bu zamanın yöntemi demokrasidir”
Dört değerin var olduğu toplumda demokratik kültürün olduğunu söyleyen Tarhan; “Beşinci olarak da söylediği çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Bu istibat en çok Münazarat’ta geçiyor. Burada istibdadı beşinci hastalık olarak almış. İstibdat kendi fikrini zorla kabul ettirmektir. ‘Herkes benim gibi düşünsün.’ demektir. Bir otoriterlik, despotizm var. Kendi fikrini zorla kabul etmek despotizmdir. Bir de herkes benim gibi düşünsün demek, totaliterliktir. Birinin çaresi hürriyet. Yani kendi fikrini zorla kabul ettirmeyeceksin. Fikrini söyleyeceksin, kabul eden eder, kabul etmeyen etmez. Bizim vazifemiz tebliğ anlamında. İkincisi totaliter olmamak. Yani çoğulcu olmak. Totaliter demek, ‘Bu evde herkes fasulyeyi sevsin.’ demek gibidir. Bu totaliterliktir. Çoğulculuğa saygı duymak gerekir. Demokratik değerler vardır. Özgürlükçülük, çoğulculuk, hesap verebilirlik ve katılımcılık. Bu dört değer varsa o toplumda demokratik kültür vardır. Hutbe-i Şamiye’de bu dört değeri anlatıyor. O zamanki adı meşrutiyetmiş, şimdiki adı demokrasi. Hutbe-i Şamiye’yi bu şekilde yorumlamak gerekiyor. Amaç adaletse bu zamanın yöntemi demokrasidir.” şeklinde konuştu.
Dini narsisizm de vardır…
İstibdatın olduğu yerde demokrasinin olmayacağını belirten Tarhan; “İstibdat katılımcılığı reddediyor. İstibdatta rey-i vahid vardır. Bir kişinin dediği olur. Tek parti cumhuriyetleri gibidir. Bütün güç tek kişide olur. Münazaratta ise ‘Güç şahıslarda değil kanunlarda olur.’ diyor. Dördüncüsü de meşveret ve şura vardır. Mecliste kararlar alınır. Eğer rey-i vahid varsa güç kanunlarda değil şahıstaysa ve istişare sistemi işlemiyorsa orada istibdat vardır demokrasi yoktur. Bediüzzaman resmen demokratik kültürü tarif etmiş. En çarpıcıyı altıncıya bırakmış. Şu anda da Batı bu hastalığa maruz kalmaya başladı. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretme. Yani kendisi için çalışan insanların çoğalmasıdır. Bunun adı narsizmdir. Dini narsizm de vardır. Kendi mesleğini, meşrebini merkeze alıp diğerlerini dışlamak. Bu da dini narsizmdir. Mesela Emevîler döneminde Arap olmayanlara mevali deniyor ve ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor. Bu da dini narsisizmdir, ırkçılıktır. Bu İslamiyet’in özüne aykırıdır. Narsist insanın en önemli özelliği kendi iyi taraflarını abartır, kusurlarını başkasına atar. Bu kişiler kimseye kolay kolay güvenmez. Her şeye hükmetmek isterler.” ifadelerini kullandı.
“Hutbe-i Şamiye eşittir istibdadın yanlışlığını anlatmaktır”
Dış motivasyon yerine iç motivasyonla hareket edilmesi gerektiğini söyleyen Tarhan; “Hutbe-i Şamiye eşittir istibdadın yanlışlığını anlatmaktır. Bunu, bilmemiz gerekiyor. Bu hastalıklara karşı farkındalık oluşturursak Hedef-i İlahi’yi buluruz. Allah’ın yardımı o zaman gelir. Asrı saadette Resulullah Aleyhisselam’a ‘Mekke emiri ol davandan vazgeç seni istediğin kişiyle evlendirelim.’ diye teklif ediyorlar. O kabul etmiyor. Mekke’de 13 sene kalıyor. Bir tane silah yok, şiddet yok. Nebevi ahlak var. Resulullah’ın hayatına bakın. Nebevi ahlakta eğer stratejik düşünseydi Mekke emirliğini alırdı, sistemi kurduktan sonra ‘Hadi herkes Müslüman olacak.’ derdi. Bu sefer ne olurdu? Vefat edince biterdi çünkü medeniyet oluşturamazdı. Medeniyet oluşturmak için vefat ettikten sonra da işleyen bir sistem kurması lazım. 100 sene boyunca o vahşi toplumda büyümüş sahabeler Endülüs’e kadar gitmişler. Bu motivasyonu nasıl veriyor? Bunlar iç motivasyon olmadan olmaz. Biz şimdi dış motivasyonla insanları harekete geçirmeye çalışıyoruz. Himmeti harekete geçirmek demek himmet, iç motivasyonla olur. Mesela buna çare olarak da yeise karşı ‘el-emel’ diyor. El-emelin iki anlamı var. Biri ümit anlamı, diğeri de ‘Projen olsun.’ anlamı. Yani projesi olan bir insanın fikri vardır. Daha sonra projede hedef planlanır ondan sonra mantıksal çerçevesi oturtulur ve o proje yönünde adımlar atılır. Stratejik yol haritası oluşturulur. Onun için el-emel kelimesi Allah’ın rahmetinden ümit kesmemenin dışında bununla ilgili eyleme dönüştürecek bir projenizin olmasıdır.” şeklinde konuştu.
“Kendi kendinin lider olmayan başkalarını yönetemez”
Bediüzzaman’ın El-emel konusunda söylediği söze dikkat çeken Tarhan; “Bediüzzamanın bunu söylediği tarih 1911. Hem âyât-ı Kur’âniye, başlarında ve âhirlerinde, beşerî aklına havale eder, ‘Aklına bak.’ der. ‘Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikati bilesin.’ diyor. Mesela, bakınız, o ayetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki, ‘Neden bakmıyorsunuz, ibret almıyorsunuz? Bakınız ki hakikati bilesiniz.’ ‘Biliniz!’ ve ‘Bil!’ ‘Hakikatine dikkat et!’ Acaba, neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Müslümanlarda cehl-i mürekkep halen yaygın. Cehl-i mürekkep komplike cehalet diye geçiyor. Kişi bilmez, bilmediğini de bilmez. Yani komplike bir cehalet. Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisât-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek manevî belâlardan kurtulmaya çalışınız!’ Manasına gelen ayetlerin bu cümleleriyle kıyasen beşerî aklını, aklına fikriyle meşverete davet ediyor. Bakın, başkalarıyla meşverete değil, kendi ile meşverete. İnsanın üç çeşit ilişkisi vardır. Biri kendisiyle ilişkisi, biri insanlarla ilişkisi, diğeri de Allah’la ilişkisi. Yani bu ilişkiyi düzeltin diyor burada. Önce kendinle olan ilişkiden başlayacaksın. Kendi kendini yönetemeyen, kendi kendinin lider olmayan başkalarını yönetemez. Nefsini terbiye etmeyen başkalarını ıslah edemez.” dedi.
“Elinde hakikat olan özgürlükten korkmaz”
Gazze’de yaşanan olaylara ve günümüz medyasının önemine değinen Tarhan; “Gazze’de yaşanan zulmü biliyoruz. Şu anda hakikaten bir katliam var orada. Bunu biliyoruz ama eğer bu 1990’ların medyası olsaydı, biz bunu sadece birkaç tane uluslararası kanaldan öğrenecektik. Şu anda ‘İyi ki sosyal medya varmış.’ diyoruz. Sosyal medyaya mesafeli bakan birçok muhafazakâr insan sosyal medyayı kullanmaya başladı. Çünkü başka türlü ulaşamıyorsun. Elinde hakikat olan kimse özgürlükten korkmaz. Fikrine güvenen kimsenin şiddete ihtiyacı yoktur. Şu anda biz Kur’an’a güvenmiyor muyuz ki Kur’an’ın fikirlerini savunmaktan korkup da şiddete başvuracağız? Eğer sen Kur’an’ın hak olduğuna güveniyorsan oradaki fikirleri alacaksın bu asrın anlayışına sunacaksın. Çocuğuna sunacaksın, ailene sunacaksın…” şeklinde konuştu.
YOUTUBE LİNKİ:
Üsküdar Haber Ajansı (ÜHA)