Doç. Dr. Barış Bulunmaz: "Zaman ve mekân tanımayan sanat dalı sinema"


Doç. Dr. Barış Bulunmaz: Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölüm Başkanı Doç. Dr. Barış Bulunmaz, [n]Beyin Dergisi için 7. Sanat Sinema'yı kaleme aldı. Yazısında okuyucularını sinema tarihinde derin bir yolculuğa çıkaran Bulunmaz, Lumiere Kardeşler'den yazlık açık hava sinemalarına kadar birçok konuda geçmişten günümüze sinemaya değindi.

“Beyazperdenin büyülü rüyasında esen bir rüzgâr…”

Sanatın renkli, özgün ve kendini diğer tüm kavramlardan ayıran en önemli özelliğidir belki de yaratıcılık... Hayal gücünüzün sınırlarının gidebildiği bir yolculuk olarak ya da hayat serüvenin içindeki sonsuzluk duygusunun yarattığı bir özgüven şeklinde de tanımlamak mümkündür. Leonardo da Vinci yapabilir miydi yoksa Mona Lisa’yı ya da Son Akşam Yemeği tablolarını, Fidyas’ın fildişinden yaptığı Athena heykeli veya Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertoları ortaya çıkar mıydı, Shakespeare’in Hamlet ya da Othello’su hayat bulabilir miydi, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar ve Karamazov Kardeşler’i yazılır mıydı, eğer yaratıcılığın ve hayal gücünün sınırsızlığı ile ilgili bir kaygıları olsaydı bu insanların? Bu nedenle özgürlüğün, huzurun, mutluluğun, insanın kapasitesini zorlamasının, paylaşmanın, sonsuzluğa uzanmanın, mücadelenin, cesaretin, her düştüğünde ayağa kalkabilmenin vücut bulmuş halidir sanat… İsyan ederken çözüm üretmenin, negatif yönde eleştirirken yapıcı olmanın, kavga ederken barışmanın ya da yalnızlaştıkça çoğalmanın adıdır sanat… Okyanusun ortasında bir kum tanesi iken ve de çaresizliğin yarattığı umutsuzluk içinde bir taraftan diğer tarafa savrulurken, bir anda güneşin altında bembeyaz parlayan bir inci tanesi olabilmek ya da paylaşmanın yarattığı ve insanlara ulaşmanın getirdiği huzur ile gökkuşağının renk cümbüşü gibi umutlu olabilmektir sanat…

“Uzun bir yolculuğun ilk durağında inmekte vardır bu hikâyede, son durağa gelip kalabalıklarla kucaklaşmak da…” 

Resim/heykel, müzik, tiyatro, dans, edebiyat, mimari olarak karşımıza çıkar altı ayrı şekilde sanat, hepsi birbirini tamamlarcasına üstüne koyarak ilerler zaman, mekân ve engel tanımaksızın... Bir tuvale vurulurken ilk fırça darbesi, bir mermer yontulmaya başlarken inatla ve sükûnetle, bir notanın ilk dokunuşları hayal edilirken zihinde, yazılanlar sahnelenirken canlı bir şekilde sahnede, ilk figürler yaratılırken ritmik ya da durağan bir biçimde, hayalindeki kahramanları canlandırırken ve konuştururken boş sayfalarda ya da sözcüklerin ahengi içinde kaybolurken mısraların arasında ve de boşluklara fiziki yapılar tasarlarken ve kurarken, sanatın sonsuzluğu ve sanatçının sabrı ile bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi arasındaki bağlantıyı görebilmektir önemli olan… Bir mücadele gerektirir çünkü sanatın her dalı, uzun bir yolculuğun ilk durağında inmekte vardır bu hikâyede, son durağa gelip kalabalıklarla kucaklaşmak da… Hiç görmediğin ya da belki de hiç göremeyeceğin insanlara ulaşmak ne kadar büyük bir haz verirse sanatçıya, yaratılan her eserin daha iyisini yapabilmek konusunda cesaret bulması da o derece artar. Çünkü sanatta mükemmellik ya da son noktanın olmadığını bilmek ve her eserin üstüne koyabilmek veya her bitişin bir başlangıç olduğunu özümsemek, sanatın sonsuzluğu ve nesilden nesile aktarılan bir kültür olduğunun benimsenmesi anlamına gelir.
Veeee 7. sanat: Sinema… Belki de tüm sanat dallarını kapsayan ve hepsinden biraz alırken, biraz da veren sinema… İnsanoğlunun görselliği duyguyla, yaratıcılığı heyecanla ve sanatı toplumla buluşturduğu, beyazperdenin yarattığı etkileyici atmosferin yanında bir o kadar da hayallerin içine sürüklediği başka bir dünyanın varlığını hissettiren sinema… İzlerken diyalektik duyguların kendi içinde çarpıştığı, neyin iyi ya da neyin kötü olduğunu sorgulatan, bazen mağrur bazen mağdur, kimi zaman kahraman kimi zaman suçlu, ama en nihayetinde beyazperdenin içindeki gücü beyazperdenin dışına taşıyan, insanı yaşadığı zaman diliminden ya da bulunduğu mekândan başka bir zaman dilimine veya mekâna götüren sinema, sanat dalları içinde sahip olduğu etki ve güç ile yıllardan beri insanoğlunun ilgisine ve dikkatine mazhar olmuştur.

“Sinema, her dönemde ve zaman diliminde bambaşka duyguların, hislerin ve düşüncelerin oluştuğu, insanların hayallerinin ve yaratıcılığının beyazperde ile etkileşim halinde olduğu zaman ve mekân tanımayan bir sanat dalıdır.” 

19. yüzyılın ilk yarısında başlayan ve sonlarına doğru Louis Lumiere Kardeşler’in icadı ile hayatımıza giren sinema, zamanla dünyanın dört bir tarafından gördüğü ilgi neticesinde ve her türlü teknolojik imkânın önümüze sunulduğu içinde bulunduğumuz çağda, iş yapma anlamında değişen koşullara veyahut ortaya konan ürünün niteliğinin yükselmesine karşın, ilk günkü heyecanından veya beyazperdenin karşısında bulunan kitlenin zihinlerinde yarattığı duygudan bir şey kaybetmemiştir. İşte bu yüzendir ki; sinema, her dönemde ve zaman diliminde bambaşka duyguların, hislerin ve düşüncelerin oluştuğu, insanların hayallerinin ve yaratıcılığının beyazperde ile etkileşim halinde olduğu zaman ve mekân tanımayan bir sanat dalıdır.
Sinemanın hayat bulduğu ve insanları bir araya getirdiği sinema salonları ise, ayrı bir sayfanın açılmasını gerektiren, hatta yaşanılan zamanın ya da tarihsel okumaların en önemli belgeleri niteliğindedir. Bir şehri anlamak, bir şehrin sosyo-kültürel gerçekliğini değerlendirmek ya da bir şehrin insanları ve mekânları hakkında bir yorum yapabilmek için sinema salonlarına bakmak ve onların sadece birer mekândan ibaret olmadığını görebilmek gerekir. Kapalı ya da açık mekânlarda beyazperdenin yarattığı eşsiz dünyanın sarmaladığı insanlar ve onların beyazperde ile aralarındaki etkileşim kadar, insanların birbirleri ile olan iletişimleri ve zaman-mekân-insan üçlemesi içinde kendilerine bir görev biçmeleri de o denli görülmesi, yaşanması ve hissedilmesi gereken bir gerçekliktir.

“Geçmişte sinema salonlarına gidilirken en güzel kıyafetler giyilirdi, en temiz ve yeni ayakkabılar ile birlikte…” Doç. Dr. Barış Bulunmaz:

Sinema salonları bulunduğu semtin, ilçenin ve şehrin birer sembolü gibidirler. Sadece film izlemek, beyazperdenin insanı içine çeken enerjisini hissetmek ya da sanatsal bir faaliyetin aktörü olmak için gitmezler oraya insanlar… İlave olarak bir zaman dilimini ve toplumsal bir rasyonalitenin getirdiği paylaşma duygusunu yaşamak ve de belki de hepsinden daha önemlisi sosyalleşmenin getirdiği haz duygusunu hissetmek için de giderler sinema salonlarına… Geçmişte sinema salonlarına gidilirken en güzel kıyafetler giyilirdi, en temiz ve yeni ayakkabılar ile birlikte… İster gala isterse son gösterim olsun hiç fark etmez, saatler öncesinden gidilir, tanıdık veya yabancı insanlarla birlikte zaman geçirilir ve sohbetler edilirdi. Daha sonra beyazperdede başlayan gösterim ile birlikte herkes sanki dünya durmuşçasına sessizleşir ve tüm bedenleri ile birlikte filmin ve film kahramanlarının dünyasına dalardı. Kimi zaman bir atın üzerinde kovboy olurken, kimi zaman sahnede bir balerin olurlardı ya da bazen tüm korkusuzluklarıyla düşmanla savaşırlar, bazen de küçücük bir fareden endişe duyacak kadar ürkekleşirlerdi. ‘Son’ yazısı ile birlikte ışıklar yanar, makinist görünür olur ve kalabalık fuaye alanında ya da caddede devam ederdi yaşamaya az önce gördüklerini… İşte böylesine bir sosyalleşmenin ve daha da ötesi kültürel hazinenin parçası haline gelmiştir sinema salonları, o nedenle sadece soğuk duvarların ya da boş koltukların oluşturduğu mekânlar değildirler sinema salonları, bulundukları her yerin kültürel kompozisyonunu tamamlarken, sosyalleşmenin yarattığı birlik olabilme duygusunun da inşa edicisidirler.

“Yazlık açık hava sinemalarının kültürel dokunun ilmik ilmik işlenmesinde ve sosyalleşme olgusunun hayat bulmasındaki konumları bambaşka bir değerlendirmenin başköşesine yerleşmeyi hak etmektedir.”  

Sosyalleşme ve kültür üzerinden önemli bir değerin parçası olan sinema salonları için, yazlık açık hava sinemalarını ayrı bir yere koymak gerekir. Yazlık açık hava sinemalarının kültürel dokunun ilmik ilmik işlenmesinde ve sosyalleşme olgusunun hayat bulmasındaki konumları bambaşka bir değerlendirmenin başköşesine yerleşmeyi hak etmektedir. Öyle ki, kapalı duvarların içindeki ya da örtülü kapıların arkasındaki insanların, bahar akşamlarının hafif serinlik veren havasında ya da yaz akşamlarının ılık bir şekilde esen rüzgârında birlikte zaman geçirdikleri, dertleştikleri, paylaşımlarda bulundukları, sorunlarının çözümüne umut aradıkları ve de ânı yaşadıkları mekânlardır yazlık açık hava sinemaları…
Tahta ya da plastik sandalyelerin, dört bir tarafı açık alanların, beyazperdenin kimi zaman rüzgârdan sallandığı zamanların, çocukların bir taraftan diğer tarafa koşuşturmacalarının, bir piknik alanını anımsatırcasına ellerde termosların, atıştırmalıkların ve yazlık sinemaların vazgeçilmezi çekirdeklerin oluşturduğu mekânlarda, kadınlı erkekli ve genciyle yaşlısıyla sıcaklığın, dostluğun ve geniş bir aile olmanın yarattığı huzurun sinema perdesindeki izdüşümü gibidir yazlık açık hava sinemaları… Kültürel öğelerin tüm çıplaklığıyla ortaya serildiği, sosyalleşmenin ve birlik olma duygusunun tüm gerçekliğiyle yaşandığı yazlık sinemalar, gökyüzündeki yıldızların parlaklığı ya da esen bir rüzgârın sıcaklığı gibi, insanların da birbirleriyle olan bütünleşmelerinin tablosunu oluşturmaktadır.
 Geçmiş zamanlardaki kadar olmasa da, günümüzde de modern sinema grupları tarafından yaşatılmaya çalışılan yazlık açık hava sinemaları, biraz daha konforlu ve lüks ortamlarının yanında, geçmişin kendisine miras bıraktığı kültürel emanete sahip çıkmaya çalışmakta ve sosyalleşmenin getirdiği insani gerekliliklerin bir parçası olma hüviyetlerini korumaktadırlar.

Sanat, sinema, sinema salonları ve yazlık açık hava sinemaları… Her biri insan olmanın, yaşamdan keyif almanın, sosyalleşmenin ve kültürel gerekliliklerin nesilden nesile taşıyıcısı konumunda bulunmakla beraber, aynı zamanda ‘biz’ olma duygusunun da suyun üzerindeki yansıması gibidirler. Uzun yıllardır hayatımıza renk katan ve birçok filmin yönetmenliğini yapan usta yönetmen Martin Scorsese’in sinemaya dair sözleri de, sinemanın toplumdaki önemini ve birleştiriciliğini en açık şekilde ortaya koymaktadır: “Şimdi her zamankinden daha fazla birbirimizle konuşmaya, birbirimizi dinlemeye ve dünyayı nasıl gördüğümüzü anlamaya ihtiyacımız var ve sinema bunları gerçekleştirmek için en iyi araçtır.”

nBeyin-Temmuz/Ağustos 2016