Prof. Dr. Nevzat Tarhan: Ölüm duygusu acı veriyor



Tarhan: Ölüm kaçınılmaz bir gerçek, imkânsız olarak göremeyiz. Böyle bir gerçekle yüzleşmenin nasıl sağlanacağına bakmak gerekiyor. Örneğin mindfulness tekniğinde verilen örneklerden biri şudur; ağır hastalıklarda, musibet kabul edilen şeylerde kişinin iç dünyasını da rahatlatmak gerekiyor. Çünkü kaygı artışı oluyor, acı çekiliyor. Batıda bunu yapamayanlar ötenazi gibi yöntemlere başvuruyorlar. Durumu bir sele kapılmak olarak düşünürsek, sel akışı ile birlikte bir kütüğün üzerine binerek yüzmek, yani karşımıza alarak birlikte ilerlemenin öğretilmesi olarak bakabiliriz.

Bu röportajın öyle çok kolay olmayacağını biliyordum. Soruları aslında kendimi sizlerin yerine koyarak sormaya çalıştım. Karşımda kanserden eşini kaybeden, ölümle 3,5 yıl burun buruna yaşayan, ölümü iliklerine kadar hissetmiş ama mesleği gereği bu duygulara karşı insanlara destek veren ve dik durmak zorunda olan bir psikiyatrist vardı. Hani derler ya ‘terzi kendi söküğünü dikemez.’. Gerçekten öyle miydi? Sosyal medyada yazdığı cümleleri gecenin bir yarısı okurken, nedenini bilmediğim bir şekilde kendisine mesaj attım ve ‘Gelin bu konuyu konuşalım.’ dedim. Konuşması zor olan bir konu ölüm. Hayat hepimizin çok sevdiği ama hep şikayet ettiği şey aslında. O kadar şikayet etmemize rağmen ölüm duygusunu hissettiğimizde hayattan şikayeti kesip ölmemek için her şeyimizi vermiyor muyuz? Bu röportaj belki farkındalığımıza bir nebze destek olacaktır diye ümit ediyorum. Ve en değerli gördüğüm konu ölümden korkan insanlarımıza yada şu an ölümle yüzleşen herkese, yakınları amasız hastalığa tutulan insanlara küçücük bir farkındalık, küçük bir nefes olabilirsek ne mutlu bana ve bize.. Hayat her şeye rağmen güzel. Üç kez kanseri yenen ve son kez yakalandığı kansere karşı yaşam mücadelesini kaybeden Neslican Tay’ın ölümü ardından yazdığı mesajla eleştiri oklarına hedef olan Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile ölüm bilincini, ölümle yüzleşebilmeyi, seküler dünya mesajıyla ne demek istediğini, dinlerin hayata anlam katma ve teselli gücünden nasıl faydalanabileceğimizi, hastalık bir düşman mıdır, düşman olarak görmek yanlış mıdır, tüm bu soruları ve daha fazlasını konuştuk.



Başlamamız gereken yer ve konu, attığınız tweetle ilgili. Ölüm bilincinden bahsettiniz orada. Tam olarak ne demek istediniz? Yanlış anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?

Merhume Neslican Tay kızımızın vefatı üzerine yazdığım bir mesaj ile istemeden duygulara dokunmuş oldum. Amacım kimseyi üzmek, incitmek değildi. Öncelikle kızımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Ailesi ve tüm yakınlarına başsağlığı diliyorum.

İfade edebileceğim şeyleri 280 karakterlik bir alanda ifade etmeye çalıştım. Yunan Mitolojisi’nde, pandoranın kutusu açıldı deniyor. Öyle bir durum. Ben şöyle düşünüyorum; Neslican kızımız, insanlardaki ölüm korkusunun, acının, kanserin kutusunu açtı. Yaptığım paylaşımla bazı insanları incittiğimi düşünüyorum. Keşke onları incitmeden bir yol bulabilseydim. O insanlardan özür dilerim. Çünkü uzun uzun anlatamadım onlara derdimi.

AÇIKLAMA GETİRMEK GEREKİR

Ölüm bilinci nedir? Ne anlama geliyor?

Önceleri psikiyatride ölüm konusuna kural dışı bir alan olarak bakılıyordu. Ölüm konusu hastalara konuşturulmuyor, bu ilahiyatçıların alanı olarak görülüyordu. Psikiyatrideki eski yaklaşım buydu. Ancak son yıllarda özellikle Tanatoloji olarak adlandırılan, ölümü inceleyen bilim dalı var, ölüm bilimini anlatan, ayrıca ölüm konusunu yöneten terapi teknikleri çıktı, mindfulness gibi, (ACT) Acceptance and Commitment Therapy diye geçiyor. Burada ölüm bilinci oluşturmak, ölüm ile ilgili konuları yok sayanlara nasıl yaklaşılması üzerine çalışılıyor. Kişide ölüm bilincini oluşturmak gerekiyor. Ölümü yok sayarak yaşamak, o kişinin ölümle ilgili kaygısını azaltmıyor. Ölüme açıklama getirmek gerekiyor.

Yani öleceğini bildiğimiz bir hastanın ölüme giderken ona nasıl yaklaşılacağını mı bilmek gerekiyor?

Ölüm algısını, ölümle yüzleşmeyi çalışmak gerekiyor. Çünkü bu yapılmadığında müthiş bir acı çekiliyor. Yüzü gülse de içi kan ağlıyor.

Öleceğini bilen bir insan ya da sevdiğini kaybedeceğini bilen biri, her gün gözlerinin önünde eriyorsa ne yapmak gerekiyor? Kendinden çok yakınları acı çekiyor mesela, böyle durumlarda ne yapmak gerekiyor?

Burada yaklaşım konusu çeşitli tedavi yöntemleri var. Böyle durumlarda ölüm algısı çalışmak gerekiyor. (ACT) Acceptance and Commitment Therapy gibi tekniklerde ölümle kişi nasıl barıştırılabilir diye bakılıyor. Burada kişinin inanç sistemi ele alınıyor. İnandığı yüksek değerlere bakılıyor. Mesela bağımlılıkta bir model var, kişinin yüksek değerlere inanması tedavi için kullanılıyor. Bazı kişilerde koruyucu melek, bazı kişilerde tek tanrı, bazı kişilerde zihinsel sığınak, bazılarında doğa inancı olabiliyor. Hayatına anlam katan bir yüksek değeri var mı buna bakılıyor. Buna göre de bu değerler altında kişinin yaşadığı sorunu yorumlamasını düşünüyoruz.

Ölüm kaçınılmaz bir gerçek, imkânsız olarak göremeyiz. Böyle bir gerçekle yüzleşmenin nasıl sağlanacağına bakmak gerekiyor. Örneğin mindfulness tekniğinde verilen örneklerden biri şudur; ağır hastalıklarda, musibet kabul edilen şeylerde kişinin iç dünyasını da rahatlatmak gerekiyor. Çünkü kaygı artışı oluyor, acı çekiliyor. Batıda bunu yapamayanlar ötenazi gibi yöntemlere başvuruyorlar. Durumu bir sele kapılmak olarak düşünürsek, sel akışı ile birlikte bir kütüğün üzerine binerek yüzmek yani karşımıza alarak birlikte ilerlemenin öğretilmesi olarak bakabiliriz.

Ölüm yokmuş gibi yaşamak

Seküler dünya yaklaşımı derken tam olarak ne demek istiyorsunuz?

Seküler dünya sözcüğünü ben kendi mesleğimden yola çıkarak ele alıyorum. Seküler dünya sözcüğünün o kadar çok anlamı var ki… Siyaset bilimciler, laiklik gibi algılıyor. Tanımına dünyasallaşma, ölüm ve yüksek değerleri yok gibi yaşama olarak bakabiliriz. İçinde bulunduğumuz çağda tüm dünyada yüksek değerler yokmuş gibi yaşama rüzgârı var. Modernizm manevi değerleri yok sayarak yaşama rüzgârını da getirdi.

Ölümü yok sayarak yaşama öğretisi, ölüme yaklaşılınca da ötenazi veya terminal safhada uyutuluyor. Ben şahsen bunu istemem, ölümden sonrasına yaşamı da düşünmek, açıklama isterim. Bazı insanlar bunu tercih etmeyebilir.

Ölümle sonuçlanması beklenen durumlarda hem kişi hem de yakınları için ölüme doğru açıklama getirirsek, kişi mantıksal olarak bunu çözerse yine nehir ve sel benzetmesi yaparsak bu sel sırasında bir kütük bulup ona sarılarak, yönlendirerek nehirde ilerlemeye devam eder ama kütüğe sarılmayı bırakmaz. İşte buradaki bu kütük “Tıp”tır. Başvurulan tedavi yöntemleridir.

Peki işin ruhsallığı nedir? Beynimizle duygularımız birbirini çok tetikleyen şeyler. Hastalıkların ruhsal nedenleri var mıdır?

İnsan kendini oluşturan parçaların bütününden ibaret değildir. Vücutta dizilen inorganik maddelerimiz var, bunların bütününden fazlasıdır insan. İnsan psişik bir varlıktır. Çünkü zihni yetilerimizi incelediğimiz zaman, zihinsel olarak çözülemeyen spiritüel bir alan var. Önceden psikiyatride biyo-psiko-sosyal model deniyordu, şimdi biyo-psiko-sosyal ve spiritüel model diyoruz. Dünyada bu konuya ciddi bakılıyor. Dünya Psikiyatri Kongresi’nin “spritüalite, din ve psikiyatri” adında bir çalışma grubu var, ben de üyesiyim. Bu çalışma grubu insanın beden ve ruh ve spritüalite konusundaki ilişkilerini, bu alanları konuşuyor.

Yani bedenimize ruhumuzun etkisi oluyor mu?

Ruh dediğimiz şey psişik bir varlık ama onu şu anda bilimsel olarak kanıtlayamıyoruz. Ama bazı sonuçları ile ilgili ipuçlarımız var. Mesela; kuantum bilimi bu konuda ciddi bir yaklaşım veriyor bize. Daha önce evren madde tabanlı kabul ediliyordu ama kuantum bilimi evrenin enerji tabanlı olduğunu söylüyor. Her şey bir enerji bandında oldu deniliyor. Mesela düşünelim; beynimizin ürettiği P300 diye bir dalga var. İnsan bir karar verdikten sonra o kararı uygulamaya geçirdiğinde, örneğin bir düğmeye basmak üzere karar verdikten sonra beyin P300 dalgası üretiyor. 300 milisaniye sonra bu dalga aksiyon potansiyeli veriyor. 300 milisaniye gibi bir süreye bakarsak, karar veren organ beynimizin dışında bir alan düşüncesi çıkıyor. Beynimizin içinde ya dalgalardan bağımsız bir alan var veya beynimizin dışında bir organ var düşüncesini oluşturuyor. Kuantum bu durumda holografik bir beyin daha olduğunu söylüyor. Kuantum dinamiğinde en büyük şey en küçük, en küçük şey en büyük şeydir. İnsan sadece sübjektif gözlemcidir. Gözlemlemediğin zaman enerjisin, gözlemlediğin zaman varsın.

What The Bleep Do We Know (Ne Biliyoruz Ki) kitabında üç kişinin tartışması var. Biri kuantum fizikçisi, bir psikiyatrist bir de ilahiyatçı. Bilinç nedir, sorusunu tartışıyorlar. İnsanın beyninin dışında kuantum enerjisi ile bağlantılı bilinç üzerine tartışıyorlar. Nasıl karar veriyoruz, bilinç tartışmaları yapılıyor. Bunlar bizi şuna götürüyor. Evren manyetik bir enerji, bu enerjinin içinde biz sadece bir nokta varlığız.
İnsanın diğer canlılardan farklı olarak özgür bir iradesi var. Diğer canlılar genetik kodlarda ne varsa onu yaşıyorlar ama insan özgür iradesi olduğu için genetik kodların dışında sonsuz iyi, sonsuz kötü olmaya yatkın bir yapıdadır. Karar verme, itiraz etme özgürlüğü vardır.

İnsanı hakikate götüren dört tane gerçek var; Birincisi pozitif bilim - deney ve gözlem, ikincisi akıl yürütme yöntemleri, üçüncüsü rasyonel sezgiler – iç ses, dördüncüsü inançlar. Bu üçü bir şeyi açıklayamıyorsa, inançlar hakikate götürüyor. Ölüm konusunda da bazı insanlar inançlarına sığınıyor, rahatlıyor. Ben bunu yapamadım ve kendimi ikna etmek için akıl yürütme yaptım. Rahmetli eşim 10 yıl önce 3,5 yıl süren bir kanser tedavisi gördü. 4. evrede vefat etti. O süreçte çektiği acıları nasıl rahatlatırız düşüncesi bana deneyim kazandırdı. Hastalığından hiç şikâyet etmedi, geleceği ve ölüm ile ilgili bir bilinci vardı. Bu bilincin verdiği iç huzur onu rahatlattı. Eğer öyle bir yüksek değere inanmasaydı, ileride tekrar buluşacağız düşüncesine sahip olmasaydı bu huzuru olmayacaktı.
Mesela Fransız Devlet Başkanı Mitterrand’a kanser tanısı konduğunda, durumunun ölümle sonuçlanacağını söylüyorlar. Bu süre sonunda ne olacağını sorduğunda kuantum dinamiğinden deliller getiriyorlar. İnsan öldükten sonra bir zaman kırılması oluyor, zaman bükülüyor ve başka bir boyuta geçiliyor diyorlar. Kitabı da çok satanlar arasında yer alıyor. Yani insan ölüme bir açıklama getirme ihtiyacı hissediyor. İnsan ölümle yüzleştiğinde tutunacak bir dal arıyor. Çünkü insan diğer canlılar gibi değil, ölüm algısı bulunuyor. İnsan öleceğini bilen tek varlık.

HASTALIKLARIN DUYGUSAL NEDENLERi

Bir yakınımız öldüğü zaman kendi korkularınla yüzleşiyorsun diyorlar, bu sizce doğru mu?

Ölümle yüzleşme çok büyük bir acı. Dünya hayatından sonra ölümle ilgili zihinsel olarak kendini hazırlamamış bir kimse için çok acı. Klasik yapıda kurtulacaksın, yapacaksın telkinlerine rağmen karşındaki kişinin eridiğini görüyorsun. O da farkında… Böyle durumlarda ilaçla yatıştırma gibi yöntemlere başvurabiliyor. Eğer insan zihinsel olarak hazırsa, o kişiyle istediği takdirde çalışma yapılabilir. Yurt dışında böyle durumlar için manevi danışmanlar vardır mesela…

Ölüme götüren hastalıklarda, insanın kendi içindeki duyguları, hastalıkların ruhsal nedenleri, insan kendi kendini hasta edermiş derler, mesela bunu doğru buluyor musunuz?

Bunun yüzde 100 doğruluğu yoktur. Örneğin kanserde birçok gen var neden olan. Ama psikolojik etkenler de etkiliyor. Beyin stres hormonu salgıladığında bağışıklık sistemine bir baskı oluyor. Bağışıklık sisteminin çalışması zayıflıyor. Öyle olunca DNA hasarı oluşmuş hücreler etkileniyor. Örneğin bir ülkede güvenlik sistemi zayıflayınca nasıl hırsızlıklar, teröristler saldırırsa bu sistemi böyle düşünün. Stres doğrudan değil bağışıklık sistemine uyguladığı baskı ile etkili oluyor. Ama kronik stresten bahsediyoruz. Bir insan olacağını düşüne düşüne hasta olmuyor. Kişi hastalığına karşı güçlü bir anlamı bilse, hastalığından korkmaz, hastalığı ile yüzleşebilir.

Yani bu kabulleniş midir?

Böyle durumlarda (ACT) Acceptance and Commitment Therapy diye adlandırdığımız kabul etme ve yorumlama terapileri olarak geçiyor. İnsanın gücünün yettiği şey var yetmediği şey var, kontrol edeceği şeyler var edemeyeceği şeyler var. Gücü yetmediği ve kontrol edemediği şeyler ile savaşırsa acı çeker. Abraham Lincoln’ün “Düşmanımı dost yaparak yok ederim” sözü var. Hastalığı, ölümü düşman olarak görüp yenmek istiyorsan dost ederek yenersin huzurlu olursun.

Hayatın içinde herkesin içinde hasta olma ve ölüm korkusu var, bu evrensel bir durum. Böyle durumlarda bazen bir savunma mekanizması geliştirirsin. Gücünüzün yetmediği bir konuda güçlü olma rolü ile rahatlayabilir insan.

İnsan sadece maddesel bir varlık değildir. Şu anda tam kanıtlayamadığımız ama bazı akıl yürütme yöntemleriyle varlığına inandığımız, kuantum dinamiği ile açıkladığımız bazı görünmeyen gerçeklik var. Bu görünmeyen gerçeklikle kişinin bağlantı kurabilmesi. Kişi bunu sağladığı zaman onun verdiği o esenlik hali, ruh hali, huzur hali o kişiye bir sükûnet veriyor ve kendisiyle barışık oluyor. Ölümle yüzleşmek durumunda olan kişilere bu hastalıklarla nasıl ilişki kurarsa kendisiyle barışık olması gerektiğini öğreten bir terapi tekniği kullanılıyor. Bu terapi tekniği kişi kabul ederse yapılıyor.

Ölmeden önce insanların en çok ihtiyacı olan ve hep dilinde olan mutluluk kelimesi… Nasıl mutlu olabiliriz? Ne yaparsak daha kolay mutlu olabiliriz? Bunun da bir yöntemi var mı? Ya da sonsuz mutluluk var mıdır?

Mutluluk bir hedef değil bir süreç. İnsan doğru yaşarsa mutluluğa ulaşabiliyor. Mutluluğu amaç olarak gördüğü zaman mutluluk kaçıyor. Mutluluğu yakalayayım gelsin dedikçe kaçıyor ama günlük hayatında rutin işini yaparsa mutluluk kendiliğinden geliyor. Mutluluk insanın doğru yaşamayı bilmesiyle ilgili.

Doğru yaşam derken neyi kastediyorsunuz?

Doğru yaşamak derken, psikolojik sağlıkta 4 alanda barışık olmak vardır… Bir kendiyle barışık olmak… Olumsuz yönlerini yok sayarak değil. Çünkü hepimizin içinde iyicil ve kötücül duygular var. İyicil duygularımızı büyüteceğiz, kötücül duygularımızı kontrol edeceğiz. Kabul edeceğiz, yok saymayacağız. Kin, nefret, kıskançlık, düşmanlık olabilir. Hepimizin içerisinde bu çekirdek olarak vardır. Nükleer enerji olarak var. Yani bir atom nükleer enerji üretir. Eğer onu alır doğru yere gönderirsen bir şeyleri aydınlatır. Yanlış gönderirsen patlatır. İkincisi kişinin yakın çevresi, ailesiyle barışık olması. Üçüncüsü sosyal çevreyle uyumlu olması. Dördüncüsü meslek uyumluluğun olması. Bu 4 alanda uyum varsa kişi mutlu olur. Mutluluğun sırrı iyi iş birliği kurmakta. Haz ve mutluluk karıştırılıyor. Haz ayrı mutluluk ayrı… Haz anlık bir duygudur. Somut zevklerdir haz. Yemek, içmek, üremek, cinsellik bunlar somut zevklerdir. Ama mutluluk soyut zevklerde. Mesela bir anlamın parçası olmak mutluluktur. Hedefinin olması mutluluktur. Yüksek bir değere inanmak mutluluktur. Sadece kendi amacı ve zevkini hayal etmek değil de yaşadığı toplum için hayal etmek, tuttuğu takımın hayali, inançlarıyla ilgili onun parçası olduğunu hissederek yaşamak… Bu insanın hayatına anlam katıyor.

Pozitif Psikolojinin en son teorisi olan Seligman’ın PERMA Modeli’nde bulunan 5 maddeden bahsetmek isterim. P harfi (positive emotion), E harfi (engagement), R harfi (relationships), M harfi (meaning) ve A harfi (accomplishment). Pozitif psikolojinin ayaklarından birisi pozitif duygu durumudur. Yani her olayda pozitif duygu aramak… Yolda giderken ayağın takıldı düştün. Her şey ters gidiyor ne olacak benim halim demek yerine vardır bunda da bir hayır, belki benim göremediğim bir faydası vardır deyip pozitif yorum yapabilmek. Sevdiğin birisi sana selam vermedi… Ne biçim bir adam bunun burnu büyümüş demek yerine ya görmemiştir o demek… Yani olaylara pozitif yorum yapmayı başarmak.

İkincisi perma engagement… Yani kişinin bir olaya sürekli angaje olması. Kişinin sabah kalkınca gününü dolu dolu geçirmesi. Gelecekle ilgili hedefinin planlı olması. Bir şeye ait olması. Boş kalmak insanın mutluluğunu olumsuz etkiliyor. Bir işi olmalı. Kişi eğer bu yüksek değerdeyse bağlanacağı bir şey olmalı. Mesela ölüm anındaki bir kişi neye angaje olabilir? Yaratıcıya olabilir ya da inandığı yüksek değerlere olabilir. Görünmeyen güce olabilir. İnanç oluyor işte… Burada kişinin inanç sistemi devreye giriyor.

Üçüncüsü hayatta sağlıklı, pozitif ilişkiler kurabilmek. Dördüncüsü meaning… Yani kişinin yaşamak için hayatında bir anlamı olması lazım. Yaşamak için bir anlamı yoksa o insan neden yaşayayım der. Varoluş bunalımının çaresi anlam katmaktır. Bu bunalımı yaşayan; hayatın amacı nedir der. Nereden geldim, nereye gidiyorum, sonsuzluk nedir, der. Bu sorulara anlam arayışıdır ama bu sadece insanda var. Meta bilişsel genlerimiz var, zihin üstü genlerimiz var. Bu genler bize zaman algısı, ölüm algısı olduğunu belirtiyor. Yeniliği arama geni var. Bu genler bizi, ölüm algısını diğer canlılar gibi yok sayarak büyümemize izin vermiyor. Doğaya savaş açamazsın, depreme karşı tedbir alırsın. Sele savaş açılmaz. Bunun gibi ölüme savaş açılmaz. Çünkü bu var, bu gerçek. İnsanın kontrol edemeyeceği ve gücünün yetemeyeceği bir şey. Gücünün yetemediği, kontrol edemediğin bir şeyi, kabul edip yöneteceksin ama… Onun akıntısına bırakmayacaksın kendini. Kontrolü kaybetmeyeceksin ama onun rüzgârını alacaksın arkana. Yani gücümüzün yetmediği şeylere savaş açmak, insanın canını acıtan bir şeydir. Onun yerine, onlarla nasıl birlikte yürümeye kafa yormak gerekir. Bu, bir terapi tekniğidir.

Peki o zaman yaşamınızın içine de baktığımızda, duygularımızın hiçbirine savaş açmamamız gerekiyor. Dediğiniz gibi mutluluğa da mutsuzluğa da açlığa da acıya da yani her şeye karşı, onları yanımıza alıp sevmeli miyiz?

Böyle durumlarda, mesela kötü düşünceler aklımıza geliyor. Bir anne meselâ; çocuğuma ya zarar verirsem diye bir düşünceye kapılıyor. Şimdi bu düşüncede kişi, eğer o düşünceyi ciddiye alırsa, ya yaparsam, diyerek o düşünce büyür ve çocuğunu bir daha kucağına alamaz hâle getirir. Ama düşünce bana ait değil ki. Hadi canım diyerek yoluna devam ederse zarar vermez.

Yani düşüncelerimiz, bizi başka bir insana çevirebilir mi?

Düşüncelerimize karşı strateji geliştiremezsek o düşünce bizi bunalıma, depresyona sokuyor ama o düşüncelere karşı strateji geliştirebilirsek, olumsuz düşünceler bize kamçı oluyor, motivasyon oluyor. O olumsuz düşüncelerle mücadele ederken sen nasıl oluyorsun? Psikolojik savunman, egon güçleniyor. Sana dayanıklılık eğitimi vermiş oluyor düşünceler. Sebatlık, dayanıklılık eğitimi veriyor. Buna pozitif psikolojide resilience deniyor. Yani elastikiyet kazanmak. Stres karşısında nasıl davranılır? Bir kauçuk modeli, bir sünger, bir de teflon modeli var. Sünger modelinde, stresle karşılaşıldığında, bir olay olduğu zaman, niye oldu, nasıl oldu deyip o stresi içine çekersin, şişersin ve kımıldayamaz hâle gelirsin. Peki teflon modelinde ne oluyor? O stresi yok sayarak yaşamaya çalışırsın, umursamaz olursun. Teflonun biliyorsunuz ki, kendisi yanmaz ama içindekileri yakar. Stresi öyle alır, başkalarını üzer ama kendi üzülmez o tipler. Bu da bir savunma… Üçüncü de kauçuk modeli. Kauçuk modelinde, stres karşısında esne ama dağılma. Kauçuk, bir süre sonra süspansiyon olarak esner ama parçalanmaz, kopmaz. Yani kauçuklu olursanız enerjiyi çekersiniz ve tekrar verirsiniz. Böylece sizin dayanıklılığınız olur, olaylar karşısında, enerjiyi soğuran, olayları dağıtan ama kendi bütününde bozmayan bir şey olur. Kendi psikolojik bütünlüğümüzü bozmadan olayları karşılama yolu yani mindfulness terapi. Psikoterapi tekniklerinde, 1. nesil psikoterapi tekniği psikoanalizdir. Psikonanaliz yeterli olmayınca, kognitif bilişsel teori bulundu. O da yeterli olmadı. Onun üzerine şimdi mindfulness tekniği çıktı. Buna 3. Dalga terapi tekniği diyoruz. Diğer terapi türlerinin çözemediği şeylere odaklı bir terapi türü. Mesela travma tedavisinde çok işe yarıyor.

Bir insan ölüyor, arkasındakiler ölümden beter şeyler yaşıyor. Ciddi bir sorun var bir de bu tarafını düşünmemiz gerekiyor. Anne, genç yaşta çocuğunu kaybediyor. Bir adam bir kadın eşini kaybediyor ya da bir çocuk annesini – babasını kaybediyor. Bir türlü onunla baş edemiyor. Orada ne yapılıyor? Aslında orada da devreye girilmesi gerekiyor değil mi? Bu insanların da destek alması gerekmiyor mu?

Eğer kişi talep ederse terapi desteği alabilir. Eğer kişi destek talep etmezse o travmalar insanın psikolojik savunmaları sarsabiliyor. Bir travmayla karşılaştığı zaman kişide 4 kademelik bir tepki oluyor. İlk başta protesto ediyor, kabul etmiyor, yok sayıyor. Fakat sonra bakıyor ki, bu gerçek. Gerçek olduğu zaman 2. safhada depresyona giriyor, durgunlaşıyor, çöküyor. Ne olacak diyor. Gelecek kaygısı başlıyor. 3. aşamada da kişi, pazarlık yapmaya başlıyor. Şunları yapayım da ondan sonra olsun diyor. 4. aşama da kabullenme oluyor. Eğer kişi güçlüyse bu 4 aşamayı hızlıca aşıyor ve kabullenmeye gidiyor. Biz terapi tekniklerinde ya da böyle felaket, şok yaşantılarda, travma tedavisinde, kısaca onu kabullenmeye götürmeye çalışıyoruz. Bu önemli. Depresyonla savaşma aşamasına, hastalıkla savaşma aşamasına, pazarlık aşamasına hızlıca ihtiyaç duymadan girmiş oluyor.

İnsanların değer verme duygusu, değersizlik duygusu, çok başka boyutlara taşıyor insanları. Depresyona da neden oluyor, hastalıklara kadar götürebilecek o evrelere de girebiliyor. Meselâ; değer duygusunu yükseltmenin yolu nedir?

O, benlik algısıyla ilgili. Kişinin bir gerçek beni vardır, bir olmayı istediği beni vardır, bir de kişinin hissettiği beni vardır. Şimdi bu üçü birbirine ne kadar yakınsa kendiyle barışık oluyor. Olmadığı ben çok yüksekse kişi, o bene ulaşmak için bir kaygı içerisinde oluyor, rahatlatamıyor kendini. Eğer o kişi, şu andaki gerçek beniyle hissettiği ben aynıysa zaten kendiyle barışık oluyor ama kişinin gerçek beni, olduğundan aşağıdaysa o kişinin gerçek beni değerlidir. Hissettiği benden gerçek benini çıkarmaya çalışır. Bir de hayâlindeki ben yüksekse onlar da genellikle başka türlü hastalıklarda olabiliyor.
Kendisiyle barışık olan kişi, gerçek beni, hissettiği beni ve hayâl ettiği beninin arasında bir denge kurar. Benlik değeri düşük olan kimse, özsaygısı da düşük olan kimsedir. O kişi, gerçek benini göremiyordur. Onun için onun olumlu taraflarının üzerinden terapi yapılır. Olumlu taraflarında, “şu şu testlere göre şunlar şunlar var, senin olumlu tarafların şu. Olumsuz taraflarının düzelmesi için bunları güçlendirelim denir” ve o yönler güçlenince kişi, benlik algısını normâl hâle getirir. Yani bu, benlik algısıdır.

Ölüm algısında da aynı şekilde. İleri yaşlardaki hastalarda yapılan bütün araştırmalar gösteriyor ki; insanlar, ölmeyi istemiyor, insanlarda ölümsüzlük arzusu var. Bu evrensel bir duygu. Yani nasıl ki, midemizde açlık hissi var, aynı şekilde genetik yapımızda da ölümsüzlük arzusu var. Böyle durumlarla insan yaşıyor ama yaşlandıkça yaşama arzusu daha çok canlanıyor. İleri bir yaştaki insan hep şöyle söyler; ‘‘Daha çok yaşamak için ne yapabilirim?’’ Bu şekilde zihnine, kafasına yatırım yapar. Yaşayamayacağını anladığı zaman kendini bırakır. O kişi, kendiyle barışıksa ‘‘Ben büyük bir anlamın parçasıyım. Ölüm, sadece benim için bir mekân değiştirmektir. Benim için başka bir boyuta geçmektedir. Benim bu dünyada yaptığım iyi şeyler de var kötü şeyler de ama daha çok iyi şeyler yaptım.’’ diyebiliyorsa bir insan, ölümle barışmış olur. Meselâ böyle durumlarda birçok insan, hayatın sonunda daha çok iyilik yapmaya yönelir ki; hayatımın sonunda, arkamdan hayırla yâd eden insanlar olsun diye düşünür.
Peygamber’in mesajıdır: İnsan öldükten sonra manevî kazancına sebep olan 3 defteri kapanmazmış; biri hayırlı evlat (onun yaptığı iyilikler, onun defterine geçiyor.) ikincisi faydalı birey olması, üçüncüsü kervansaray, çeşme bırakması. Atalarımız o yüzden çeşmeler falan yapmışlar. Bu 3’ü, insanlar öldükten sonra da hayır, sevap defterlerinin açık olması demektir. Meselâ bu, ölümle barışık olma defteridir. Bizim inanç sistemimizde, ölümle barışık olmak istiyorsan bu şekilde davranman gerekir.

Mesela Hürrem Sultan en çok hayır yapan valide sultan. Hâlen onun yaptığı şeyler var, hâlen anılıyor. Bu dünyayı terk edip gidiyorum ama barışık olarak gidebiliyorum. Yani aslında dinlerin, inanç sistemlerinin teselli gücü buradan kaynaklanabiliyor. Pozitif bilimin çaresiz kaldığı en önemli konu: Ölüm. Ölüm konusunda, pozitif bilim, deney ve gözlemle artık sonuç bulamıyor, akıl yürütmeyle sonuç bulabiliyor.

‘İnsan sadece pozitif duygulardan oluşmuyor’

Dünyada ‘‘İyiyi düşün, iyi olsun.’’ böyle bir algı var ve yaşam koçları, kişisel gelişimciler bu konuyla ilgili kitaplar yazmaya başladı. Böyle bir şey neden oluştu ve bu doğru bir yöntem mi? Herkesin bu konuyla ilgili konuşması doğru mu?

İşte biz o yöntemlerin kurbanlarıyla uğraşıyoruz. Çeşitli kişisel gelişim teknikleri, yaşam koçları var. Çünkü bir insan, sadece pozitif duygulardan oluşmuyor. Pozitif özelliklerle negatif özelliklerin karışımıdır insan. Yaşam koçları, kişisel gelişimciler, o kişilerin olumsuz özelliklerini yok sayıyor. Sen iyi bir insansın, sen güçlüsün, sen önemlisin, sen başarılısın diyerek kişinin o anda negatif yönlerini yok sayıyor ve pozitif yönlerinin üzerinden onu geçici rahatlatıyor. Fakat bu rasyonel bir rahatlama olmadığı için kimseyi beğenmiyor. Ben güçlüyüm, ben neymişim diyor. O tekniklerin en büyük özelliği, egoları şişirmesi ve insanı yalnızlaştırmasıdır. O anlık kişiyi rahatlatıyor ama uzun vadede yalnızlaştırıyor. O teknikler gerekiyorsa kullanılabilir. Bir başarı tekniğidir, terapi tekniği değildir. Kişiyi terapi etmek için veya bir başarı amacıyla kullanılır ama terapi tekniği değil. Bir profesyonelin elinde olsa kişinin olumlu ve olumsuz yönlerini ele alır, olumsuz yönleriyle barışık olma hâlini ona kazandırır, olumlu yönlerinin üzerinde ilerlemesini sağlar. En kötüye hazır ol ama en iyiyi bekle felsefesi. O teknikler, en kötüye hazır ol demiyor, en kötüyü yok say, en iyiyi bekle diyor. Bu gerçekçi değil. O zaman yanlış kararlar veriyorsun. Kişi kendi güçsüz, zayıf yönlerini bilmediği için olmadık yerde olmadık çıkış yapıyor. Bu olmaz. Önce onu anlayacaksın, onun güçlü – zayıf yönlerini bileceksin, ondan sonra onun stresini, acısını yöneteceksin.

Kaynak: YeniBirlik

Haberin linki: https://www.gazetebirlik.com/haber/uskudar-universitesi-rektoru-psikiyatrist-prof-dr-nevzat-tarhan-olum-duygusu-aci-veriyor-2479/#.XZBMZh9Cd1I.twitter