Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Bencillik yeni görünümler kazandı, etnik bencillik gibi”

Haber ile ilişkili SDG etiketleri

DOI : https://doi.org/10.32739/uha.id.56987

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan üç ayda bir yayınlanan Yetkin Düşünce Dergisinin 27’inci sayısında “Toplumsal Çürüme, Diziler ve Medya” konularında değerlendirmelerde bulundu. Derginin söyleşi kısmında yer alan Tarhan, şu anda dünyada çok büyük bir çürümenin ön belirtileri olduğuna dikkat çekti. Mevcut durumda toplumsal çürümeyi en çok artıranın medya ve iletişim teknolojileri olduğunu vurgulayan Tarhan, bu tehditin aslında içinde fırsatı da barındırdığını belirtti. Toplumdaki olumsuz gidişe çare olacak küçük küçük adacıklar oluşturulması gerektiğinden bahseden Prof. Dr. Tarhan, iyi ve güzelin her zaman orta, uzun vadede kazanıldığına değindi. Tarhan ayrıca bencilliğin etnik bencillik gibi yeni görünümler kazandığını da belirtti.

İşte Nevzat Tarhan’ın o söyleşisi:

Hocam öncelikle hoş geldiniz. 

Teşekkür ederim.

Sayın Hocam, pek çok alt başlıkta tüm dünyayı ve toplumumuzu kapsayan bir yozlaşmadan şikâyet edilmektedir. Söyleşiye de bir giriş olması açısında toplumsal çürümeyi nasıl görüyorsunuz?  Toplumsal çürüme insanlığın daima maruz kaldığı bir gerçeklik olarak günümüzde abartılmakta mıdır yoksa yozlaşmanın kabul edilebilir sınırların çok ötesine geçtiğimizi söyleyebilir miyiz?

Evet, tabii buna küresel boyutta bakarak başlamak lazım. Toplumsal ölçekte, insan davranışı açısından, insan psikolojisi açısından bütünsel olarak şu anda dünyada çok büyük bir çürümenin ön belirtileri var. Şu andaki bir çürüme gibi gözükenler aslında bir öncül, bunu söylemek gerekiyor. Çürüme, beklediğimizden de daha büyük, ama narkoz etkisiyle gerçekleştiği için yeterince hissedilmiyor. Biz meslek pratiğimizde bunun günlük hayattaki çok sayıda örneğini görüyoruz. Beş sene, on sene, yirmi sene, elli sene sonrasıyla ilgili stratejiler, alternatifler geliştirilmezse bizi değişik günlerin beklediğini düşünüyorum. Tabii diğer taraftan da şunu akılda tutmak lazım ki bu sosyolojik çürümeler ilk defa olmuyor, böyle sinüzoidal eğri gibi oluyor tarihte; iyicil davranışlar artıyor, artıyor, daha sonra iyilik değerden düşmeye başlıyor. Değerden düştüğü zaman kötüler artıyor, kötülükler artıyor. İyilikler dibe vurup kötülükler en yüksek seviyeye çıktığı zaman bu sefer kötülüklerin kötü sonuçları gözüküyor. Bu kötülüklerin kötü sonuçları görülünce iyiye olan rağbet, talep artıyor; iyiyle ilgili yükselme oluyor. Şu anda toplumda değerlerdeki çürümenin en şiddetlisi yaşanıyor. Bunun yükselmesiyle ilgili çözümler de araştırılıyor, araştırılmalıdır da. Dolayısıyla çürümeyi ben gözlemliyorum. Tahmin değil, rasyonel bir sezgi olarak bunu söylüyorum.

Hocam, narkoz etkisinden bahsettiniz. Bu çürümenin insan arzusuyla bağlantı kurabilmesinin sebebiyle olan bir şey mi, yoksa daha farklı bir arka plana mı sahip?

“Türkiye’deki eğitim sistemi emekli olunca Müslüman yapıyor”

Psikiyatride popüler bir ifade vardır: Kaliforniya sendromu. Kaliforniya sendromunun dört ana belirtisi bulunmaktadır. Bunların hepsi bireyden başlayan çürümenin sosyalleşmesi ve küreselleşmesiyle çok yakından ilgili. Birinci belirti, hedonizm. Günümüzde değerlerin hiyerarşisi değişti. Toplumlara baktığımız zaman başarı odaklı bir değerlilik var, iyi insan odaklı bir değerlilik yok. Değerlilik hiyerarşisi değişti. Haz; hoşuna giden iyidir, hoşuna gitmeyen kötüdür; çıkarıma olan iyidir, çıkarıma olmayan iyi değildir tarzında iyi ve güzel tanımları değişti. Doğru ve yanlış tanımları değişti. Bunun sonucunda da değerlere bağlılık duygusu azaldı ve buna bağlı olarak insanlarda özellikle dürüstlük hak ettiği davranışsal karşılığı bulamıyor ve başarının ödüllendirilmesi dürüstlüğün ödüllendirilmesinden daha çok ön plana çıkıyor. Neticede haz odaklı bir sistem oluştu, yaşam felsefesi değişti. Modernizm hazzı insanın hayatta varoluşundaki en önemli ilke olarak küresel seviyede sunmaktadır ki bu durumun aynısı tarihte antik dönemde de yaşandı. Pagan kültürde, antik çağda da insanlar hazzı yücelttiler ve buna tepki olarak Sokrates “erdem toplumu” dedi. “Yaşamın amacı erdem peşinde koşmaktır” dedi. Erdemlilik için ölümü göze aldı. Talebesi Eflatun, Aristo bir ölçüde bunu devam ettirdiler. Aristo biraz değiştirmeye başladı. 200 yıl sonra Epikür tamamen erdeme dönük felsefeyi değiştirerek Pagan kültüründeki o M.Ö. 300-400’lü yıllardaki erdem toplumu özelliğini haz toplumuna çevirdi. Hz. İsa’nın ortaya çıktığı dönemlere yakın zamanda da Pagan kültüründe şahıs bazında haz, sistem bazında güç odaklı yaşam anlayışı ön plana çıktı. Örneğin, eski Isparta’da yakalanmadıkça hırsızlık serbest ve 5 yaşına kadar herkes çıplak dolaşıyor. Bu sebeple o zamanki heykeller, vesaire hepsi açık ve çıplak. Çünkü haz toplumu olmuş toplumlar, güç toplumu olmuş toplumlar. Bu devam ederken daha sonra Hz. İsa geliyor, 200-300 sene sonra bir şekilde bunun yönü değişiyor. Yakın zamanda 1800’lerden itibaren tekrar Pagan kültür yüceltildi. Biliyorsunuz Fransa’da Louvre Müzesinin önüne Mısır piramidinin camdan heykelini yaptı Mitterrand, ondan sonra bütün Pagan kültürünün sembolleri canlandırıldı. Freud bunları psikolojiye dahil etti, tahlil etti. Pagan kültürünün terminolojisi yoğun bir kullanılmaya başladı. Şu an Batı’da da bizde de bakıyorsunuz, Atina’dan tut, Olympos’tan tut Hermes’e kadar Latinel değerler, yani Pagan kültür bu çağın kültürü haline gelmiş durumda. Peki Pagan kültürünün özellikleri neydi? Hazzı yüceltmek, göz zevkini yüceltmek, gücü yüceltmek. Dolayısıyla Pagan kültürün uğradığı akıbeti bekleyecek insanlık. Bu bir sosyal çürümedir yani tarih tekerrür ediyor. 

Kaliforniya sendromunun ikinci özelliği benmerkezcilik, egosantrizm. İnsanlar ben odaklı düşünüyorlar: Benim çıkarıma olan iyidir, çıkarıma olmayan kötüdür. Nietzsche’nin meşhur bir sözü vardır: “İnsan, bencil bir hayvandır.” Sosyal sorumluluğu ön plana çıkaran kültürler, gülünç duruma düşürülmeye çalışıldı. Alçakgönüllülüğün, paylaşmanın, yardımlaşmanın, tasaddukun işlem maliyetini arttırdığını ileri sürdüler ve kapitalizmin ahlâkı yoktur dediler. Bunun sonucunda da ne oldu? Bencillik ortaya çıktı. Bencillik yeni görünümler kazandı, etnik bencillik gibi. Etnik bencillik, etnik narsizm nedir? Etnik narsizm Hitler’in ideolojisidir. Fransızlar, İngilizler zencileşmekte olan ırktır dedi. Yahudilere parazit ırk dedi, mantar ırk dedi; bu onları öldürme hakkı verdi. “Kavgam” kitabında biyolojideki kuralları sosyal psikolojiye uyguladı ve ideolojisini oluşturdu. Özetlemek gerekirse bencillik, sosyal çürümeye götüren bir motivasyon olarak işlev gördü. 

“Bencillik yeni görünümler kazandı, etnik bencillik gibi”

Üçüncü özellik olarak, bencilliğin sonucunda yalnızlık ortaya çıkmaktadır. İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı kuruldu, Japonya’da kuruldu. Dünya Sağlık Örgütü, yanılmıyorsam geçen seneki Davos toplantılarında dünyadaki üç küresel sorunu söyle tanımlıyor: Birincisi, küresel gelir eşitsizliği, ikincisi iklim değişikliği, üçüncüsü de yalnızlık. Yalnızlık aslında bir sonuçtur. Bencil insan güçlüyken etrafında insanlar var, ama gücünü kaybettiği zaman yapayalnız kalıyor. Yaşlanınca, güçten düşünce yapayalnız kalıyor.

Kaliforniya sendromunun dördüncü özelliği, depresyondur. Yani ruhsal bunalımlar artıyor. Bunlar boşanmaları artırıyor, intiharları artıyor. Birey bazındaki bu dört belirti- hazcılık bencillik, yalnızlık, depresyon- küresel ölçekte karşımıza sosyal çürüme olarak çıkıyor diyebiliriz çünkü bunlar değerlerin sıralamasını değiştirdi. Şu anda maddi refah nedeniyle hissetmiyoruz. Narkoz dediğimiz de budur. İnsanlar filmler seyrediyorlar, eğlenceye kendilerini kaptırıyorlar. Eğlence endüstrisi narkoz yapıyor şu anda, en büyük narkoz eğlence endüstrisi. Sosyal yapı çürüyor, yani bir anlamda organımız çürüyor ama biz eğlence içerisinde farkına varamıyoruz, unutuyoruz.

Açıkçası dizilerle ilgili bir sorum da olacaktı. Siz konuya değinerek özet bir açıklama yaptınız ama biraz daha detaylı konuşmak gerekirse Hocam, Türkiye toplumu özelinde konuşmak gerekirse, dizi filmlerin, sinema filmlerinin toplumsal çürümeye etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorumun devamı şu şekilde olacak: Değerleri merkeze alan dizilerin olumlu bir etkisinden bahsedebilir miyiz, yoksa onlar da bir şekilde bu olumsuz sürece katkı sunuyor mu? 

Şu andaki diziler, izdivaç programları sürekli olarak kötülüğün konuşulduğu mecralar. Halbuki kötülükle iyilik arasında entropik ilişki vardır. Aslında soğukluk diye bir şey yoktur, sıcaklığın olmaması vardır. Karanlık diye bir şey yoktur, aydınlığın olmaması vardır. Aynı kural davranışlar açısından da geçerlidir. Kötü davranış diye bir şey yoktur, iyi davranışın olmaması vardır. Kötülük diye bir şey yoktur, iyiliğin olmaması vardır. Yani iyilik arttığı zaman kötülük kendiliğinden yok oluyor. Hatta bunu en güzel tarif eden İmam Gazzâlî olmuştur. İmam Gazzâlî Hazretlerine “Kötülük nedir” diye sormuşlar; o da “İyiliğin maskelenmesidir.” diye cevap vermiştir. Yani kötülük iyiliği maskeleyerek yok ediyor. Yani iyilik azalınca otomatik olarak kötülük artıyor. Onun için kötülük arttığı zaman iyilik maskeleniyor. O halde çözüm iyiliğin arttırılmasıdır.

“İnsan beyni kötülüğe iyiliğe göre altı misli daha hızlı tepki vermektedir”

Sözü dizilere getirecek olursak, diziler iletişim teknolojilerinin kullanıldığı bir sanattır. Bunları iyi amaçla kullanırsanız iyi ve güzeli arttırır, kötü amaçlı kullanırsanız kötülüğü arttırır. Fakat kötülüğün yaygınlaşması ile iyiliğin yaygınlaşması aynı hızda gerçekleşmemektedir. Bu insan beyniyle çok yakından ilgili bir olgudur; insan beyni kötülüğü iyiliğe göre altı misli daha hızlı tepki vermektedir. Yani beyin negatif tepkiyi korku, tehdit, negatif olayları pozitif olaylardan altı misli daha erken anlıyor. Çünkü beynimiz yaşam kalıma göre programlanmış, kendini güvende hissetmeye göre programlandırılmıştır. Pozitif durumlara tepki için beynin daha fazla emek sarf etmesi gerekiyor. Yaşama dürtüsü ve ölümsüzlük isteği bütün canlıların ortak bir özelliğidir. İnsanın tek farkı öleceğini bilmesi ve gelecek ve geçmişin farkına varabilmesidir. Diğer canlılar geçmiş ve geleceğin farkına varamıyor, ölüm algılaması yok. Hayvanların geçmiş ve gelecek algılaması yok, sadece insanda var bunlar. Bu nedenle insan felsefe üretebiliyor.

İnsan eğer kendini iyi yönetirse, olumluya odaklı yönünü daha fazla çalıştırır ve olumsuzla ilgili olan hızlı düşünce networkunu daha dikkatli kullanır. Beynin kötülüğe daha çok ilgi göstermesi, medyanın da şu anda yaşamsal gıdası haline gelmiştir. Örneğin günde belki bin tane normal doğum gerçekleşirken bir tane anormal doğum dikkat çekiyor ve hemen onu haber yapıyorlar. Bin tane güzel olay meydana geliyor, bir tane negatif olay meydana geliyor hemen onu haber yapıyorlar. Diziler ve gündüz kuşağı programları da aynı şekilde insanlardaki merak ve hayret duygusunu kullanarak ilgi toplamaya çalışıyorlar. Negatif konulara odaklanmak, medya için bir yöntem haline gelmiş. Böyle olunca da insanlar sürekli olarak negatif mesajlarla karşı karşıya geliyorlar ve bu, ruh sağlığını olumsuz etkiliyor. Bunların topluma zarar verdiğini söylediğimizde de entelektüalizasyon, rasyonalizasyon dediğimiz bir tavırla cevap veriyorlar. Biz toplumda farkındalık oluşturuyoruz diye cevap veriyorlar. Bu, beni çok şaşırtmıştı. Hırsızlık olaylarını, aile içi felaketleri, aldatmaları, entrikaları anlatarak bunlara karşı farkındalık oluşturmak, kendimizi kandırmamız demektir. Reyting için, daha fazla para kazanmak için televizyonlarımız bunu yapıyor maalesef. Bunun kötü sonuçları da toplumdaki sosyal çürüme şeklinde önümüze çıkıyor. Özellikle en kırılgan kesim olan gençleri ve zayıf aile yapısının olduğu kesimleri etkiliyor. “Batılı tasvir safi zihinleri idlal eder.” sözü bu bakımdan oldukça anlamlıdır. Batılı tasvirle, ballandıra ballandıra anlattığın zaman onu sorgulayamayan insanlar -ki insanların çoğu da öyledir- zihinleri saptırır, dalalete sokar, idlal eder anlamında… Kötülük kanser hücresi gibidir. Kanser hücresinin özelliği nedir? Narsist hücredir, bencil hücredir. Hep bana der, çevresindeki dokuları büyütür ve yutar. Karaciğeri çürütür. Karaciğerle birlikte bütün vücudu çökertir ve ölür, vücutla birlikte o da ölür. Sosyal çürüme de böyle gerçekleşiyor. Bir nevi sosyal kanser var şu anda, bu sosyal kanserin ön belirtileri var. Narkoz etkisiyle ağrıyı hissetmiyoruz ama hastalık ilerliyor. Tabii bütünüyle karamsar olmak da sorunlu bir yaklaşım. Kötülüğün kötü sonuçları gözükünce iyiliğin kıymeti olacak, iyiye talep artacak. Bu sebeple iyilerin de alternatifler sunabilmesi gerekiyor. Biraz geç olur, ama er geç bence burada iyi diziler, iyi değerler karşılığını bulacaktır, yani zaman istiyor.

Hocam, toplumsal çözülmenin bireysel etkilerini nasıl görüyorsunuz? Özellikle sizi en çok endişelendiren psikolojik faktörler nelerdir?

Toplumsal ölçekte değerler hiyerarşisi olduğu gibi bireysel ölçekte de vardır. Zihin haritamızda en değerli olan, en tepededir; daha değerli olan daha aşağıdadır. Bununla ilgili olarak Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi vardır, biliyorsunuz. Aslında Maslow hümanizmin teorisyenlerindendir. O en tepeye kendini gerçekleştirmeyi koymuş. Hayatının sonlarına doğru en üst değeri değiştirerek, self-transcendence, kendini aşmayı en üst değer olarak belirlemiştir. Bu, dikkate alınmayan bir durumdur, bir nevi örtbas ediliyor. 

Hocam, üniversitedeki eğitim bilimleri kapsamındaki ders kitaplarında hala, “kendini gerçekleştirme”nin bulunduğu versiyonu yer almakta.

Self-transcendence kavramını koydu, hem de 1970’lerde. Fakat bu, kapital sistemin hoşuna gitmedi. Çünkü kendini aşmak ne demektir? Hep almak değil vermek, paylaşmak demektir. Pozitif psikoloji terapilerinde kendini aşmak ön plana çıkarılmaya başlandı ama kapitalist sistem bu fikri satın almış değil. Yakın zamanlarda toplumsal çürümeye bir çözüm olarak önerilebilir. İnsanın sadece kendisi için değil, içinde yaşadığı toplum, insanlık için çabalayan bir varlık olması…

Hocam, konuyu biraz dağıtacağım sanırım ama, acaba bu kendini aşmayla ilgili en üst insani davranış şehitlik olabilir mi? Yani şehitliğin yüce mertebe olmasının sebeplerinden bir tanesi bu olabilir mi acaba?

İnsanın en büyük sermayesi hayatıdır, ömrüdür, canıdır. Bunu yüksek bir dava uğruna feda ediyorsun. Askerlik mesleğinde, harp okullarında hâlâ yeminlerde vatan için kendini feda etme yemini yapılır. Şehitlik en büyük fedakârlıktır. Onun için bütün dinlerde en çok yüceltilen bir kavram olmuştur. Dinimiz de şehitliğe büyük bir paye vermiştir. Peygamberlikten sonraki en büyük makam kabul edilir. Bunun dışında anne, çocuğu için kendini aşar. İnsan, ego ideali ölçüsünde iyi olabilir. İnsanın ego ideali sadece kendi çıkarlarıysa o, kapital sistemin öngördüğü bir insan tipini temsil eder. 

Toplumu ayakta tutan üç tane norm vardır: Birincisi, hukuki normlar; bunlar yasalarla belirlenmiştir. Uymazsan cezasını çekersin. İkincisi, sosyal normlardır. Toplumu ayakta tutan gelenek görenekler, toplumsal kontrol sistemi, grup baskısı sistemi, mahalle baskısı sistemidir. Bu zayıflayınca tek norm kalıyor: Aile normları. Aile normları sosyal normların en dar alanıdır. Teknoloji, akıllı telefonlar ve medya gibi araçlarla aileye nüfuz etmeyi başardı. Bu üç toplumsal normdan sonra, bireysel vicdani normlar gelir. Bunlar ahlaki normlardır, bunu da belirleyen vicdani ölçülerdir. İnsanın iç hesap verme duygusudur. Yüksek bir güce, yüksek bir davaya, yüksek bir ideale, yaratıcıya hesap verme duygusudur. Modernizm bu norm sistemine, insanın inorganik maddelerden oluştuğunu söyleyerek meydan okudu. İnorganik madde; karbon, oksijen, hidrojen, onlar da senden hesap sormuyor. Dolayısıyla hayatın anlamı yok, insan hayata bir anlam için gelmemiştir diyor. Anlamsızlığı anlam olarak kabul ediyor ve buna, bu akımın adına absürdizm deniliyor varoluşçu felsefede. İnsanın anlam arayışı anlamsızsa, hayatın hazza yönelmesi de kaçınılmaz olacaktır. İnsan bencilleşip toplum da bencil bireylerden oluştuğunda, insanın kendini aşma ideali de bundan etkileniyor. Mesela bir insanın eşi hasta olduğunda, hayata bir kez geldim diye düşünerek evliliği rahatlıkla bitirebiliyor. Çocuğuma Sosyal Hizmetler Kurumu baksın diye düşünebiliyor. “Toplum Psikolojisi” kitabımda değerler hiyerarşisinin bu etkilerini vurgulamaya çalışmıştım. Birey ve toplumun bir bakıma birbirlerinin kopyası gibidir. Mesela, toplumsal şizofreni bireydeki şizofreni gibidir. Beynin bir tarafı bir tarafıyla savaştığı zaman şizofreni gelişiyor. Birbirinden bağımsız çalışan toplumda bir kesim diğer kesimi düşman gibi görünce toplumsal barış bozuluyor. Zaten toplumsal çürümenin en kötü sonuçları, topluma güvenin zayıflamasıdır. Topluma güven zayıflayınca, adalet kurumu da aşınıyor. Yoksulluk, yolsuzluk ve hukuksuzluk artıyor. Bunlar birbirini destekleyerek adalet odaklı bir sistemin yerini güç odaklı bir sistem alıyor.  

Hocam, toplumsal çürümenin önüne geçebilmek için dinin ve eğitimin ne tür bir işlevinin veya önceliğinin olması gerekir?

Toplumdaki norm üçlü norm sistemini ve bunu tamamlayan bireysel-vicdani normları hatırlayacak olursak; din, vicdani normlarda devreye girmektedir. Çünkü diğerleri insanı dıştan denetler. Gizli kötülük yapılsa da hesap verileceği duygusu, ahlâkî normlarla söz konusu olabilir. Ölümden sonra iyiliklerin ve kötülüklerin tartılacağı, kötülüklerin ağır basması durumunda bedelinin ödeneceği duygusu çok önemlidir. Bunu din sağlıyor. Özellikle bu dinler içerisinde de Tanrı tasavvurunun doğru olduğu din olması lazım, rasyonel bir din inanışı olması lazım, rasyonel inanç olması lazım. Yoksa yakalanmadıkça hırsızlık serbest diyen insan da inanıyor yoksa. Her şeyi bilen, iyi veya kötü bütün davranışlardan haberi olan, her şeye gücü yeten bir Tanrı tasavvuru olması lazım. Bu da tevhid inancı ile mümkündür. 

Aile içindeki eğitim de sevgi ve disiplin içermelidir. Bunun ahlâkî öğretilerdeki karşılığı merhamet ve adalet dengesidir. Disiplin adaletin karşılığı, merhamet de bireydeki sevginin karşılığı. Allah’ın insanla ilişkisinde de bununla paralel olarak merhamet ve adalet merkezidir. Kur’an-ı Kerim’de merhamet esastır; ceza ve korkutma istisnadır. Rahman ve Rahim esastır, ceza istisnadır. Korkutma kaçırtır insanı, ama sevgi çekicidir. İnsan, her şeyi bilen ve kontrol eden bir güce karşı hesap verme duygusuyla, onun sonsuz rahmetine güvenme duygusuyla beraber yaşadığı zaman belirsizlik insanın hayatından gidiyor. Bireyin mutlu olması için anlamsızlık ve belirsizliğe çözüm bulması gerekiyor.

Hocam, ailenin işlevine değinmiştiniz, ama eğitimin işlevleri açısından, özellikle resmi eğitimin işlevleri açısından neler söyleyebilirsiniz?

Rockefeller bir röportajında kadınların iş hayatına dahil edilmesinin iki önemli sebebinin olduğunu söyler. Birincisi, daha çok vergi mükellefinin olmasıdır. İkincisi ise, kadınların çalışması durumunda mecburen çocuklarını okula göndermek durumunda kalmaları ve böylece çocukların nasıl düşünmesi gerektiğini kendilerinin belirleyeceğidir. Hayatın sadece bu dünyadan ibaret olduğunu kabul eden, insanı, vicdanı yok sayan bu sistemi Türkiye de kopyalamıştır. Böyle bir eğitim sisteminde yetişen insan tipi de buna göre oluyor. Bundan önce kültür aktarımı aileler aracığıyla gerçekleşiyordu. Değerler eğitimi yaşantıyla, birlikte zaman geçirmeyle öğreniliyor. Özellikle dünyanın küreselleşmesiyle kültür aktarımı medya yoluyla yapılıyor. Medyaya hâkim olanlar eğitim sistemini de kontrol ediyorlar. Eğitim sisteminin ahlaki normları, vicdani normları öğretmek gibi bir derdi yok. Şu anda Türkiye’deki eğitim sisteminin öyle bir önceliği ve derdi yok. Halbuki ilk öncelik bu olmalıydı. Ailelerin koruması da zayıfladığı için artık gelecek kuşaklar annesinin-babasının çocukları olmayacak. Şu anda Türkiye’deki eğitim sistemi çocukları ortaöğrenimle faşist yapıyor, üniversite öğreniminde ateist, komünist yapıyor, iş hayatında kapitalist yapıyor, emekli olunca Müslüman yapıyor.

Hocam, şimdi biliyorsunuz kreşlerin yaygınlaştırılması konusunda ciddi bir çaba var. Halbuki John Rawls “Bir Adalet Teorisi” adlı eserinde ailenin sevgi ve güven bağlamında yeri doldurulamaz bir işlevinden bahsediyordu ve güvene dayalı insan ilişkilerinin temelinde ailenin bu işlevinin olduğunu söylüyordu. Bu bağlamda kreşlerin bu şekilde yaygınlaştırılarak ailenin en önemli işlevlerinden bir kısmını devralması toplumsal çürümeyi artıracak bir etki oluşturmayacak mı?

İfade ettiğimiz gibi çocukları aileler eğitmiyor artık. Evde medya eğitiyor. Kreşe gittiği zaman da orada profesyonel eğitimciler var. Çocuklar birbirlerini yaşayarak, çünkü empatiyi çocuk yaşayarak öğrenir, sosyal ortamda öğrenir. Çocuklarla beraberken öğrenir nerede duracağını, kendi hakkını, başkasının hakkını, paylaşımcılığı, yardımlaşmayı, başkasına saygıyı, başkalarının duygularını fark etme, duygusal okuryazarlığı, kendi duygularını okuyabilmeyi, kendi duygularını ifade edebilmeyi oyun içinde öğrenir. Oyun çocuğun en ciddi işidir. Onun için kreşler böyle durumlarda son derece işe yarıyor. Ama kreşler pedagojik kurallara uygun olmalı, baskı, tehdit, korkutma tarzındaki yaklaşım bu çağın doğrusu değil. Sevdirme, inandırma, ikna yöntemiyle yaklaşmak lazım. İyi yönde kullanılsa iyiliğe hizmet eder kreş sistemi.

Hocam, o halde son sorum şöyle olacak: Siz Türkiye’de önde gelen entelektüel kişiliklerden birisisiniz. Son 50 yılını toplumsal çürüme minvalinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve tabii ki bunlarla mücadele edebilmek için neler önerirsiniz?

Toplumsal çürümeyi tersine çevirmek hala mümkün mümkün. Mevcut durumda toplumsal çürümeyi en çok artıran neydi? Medya, iletişim teknolojileri. Bu tehdit, aslında içinde fırsatı da barındırıyor. Fakat Türkiye’de her yerde futbol sahaları, büyük pahalı statlar yapıldı. 15 günde bir futbol oynanıyor. Yüzme havuzları yapılıyor her tarafa, kasabalara bile müthiş büyük bütçe ayrıldı. O bütçenin 1/5’i kadar insan, aile değerlerini öğretmeye ayrılsa, insani değerleri öğretmeye ayrılsa çok daha iyi noktaya gider. Popülist politikalar Türkiye’de birçok şeyin önem ve önceliklerini değiştirdi. Türkiye’de Kültür Bakanlığı aslında Müze Bakanlığıdır. Sosyal Politikalar Bakanlığı da Sosyal Yardım Dağıtma Bakanlığı durumundadır. Feminizm de devletin resmi ideolojisi durumunda. Kadının özgürleşme hareketi olarak başlayan feminizm, daha sonra kadın-erkek savaşlarına döndü. Benim görebildiğim kadarıyla ticari arabuluculuk işe yaradı. Ailede arabuluculuk sistemi getirilsin diyorum. 6284 sayılı Yasa müsaade etmiyormuş. Boşanmak üzere olanlara aileler için arabuluculuk getirilse, getirilmiyor. Niye? Çünkü bazılarına söz verilmiş, kanun değiştirilmiyor. “Def’i şer celb-i nef’a racihtir.”, Mecelle’nin kuralıdır. Şerri defedecek bir şeyler yapmak gerekiyor.

Toparlayacak olursak, karamsarlığa gerek yok yine de. Kötülüğün kötü neticeleri artınca iyi ve güzel insanların gayretleri de artacak. O gayret artınca da iyi ve güzel insanlar, arıların bal yapmak için çırpınması gibi iyi ve güzeli yapmak için doluşup çırpınacaklar. Onun için toplumdaki olumsuz gidişe çare olacak, küçük küçük adacıklar oluşturalım. O ada yavaş yavaş büyür. Bu, zaman alacak bir şeydir. İyi ve güzel her zaman orta, uzun vadede kazanmıştır.

Sayın Hocam, vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Sağlık ve afiyetler diliyorum.

Rica ederim, selametle. 

Yetkin Düşünce- Süleyman Gümüş

YETKİN DÜŞÜNCE dergisi için:

 

Üsküdar Haber Ajansı (ÜHA)