Aşkın yeni nesil boyutları ele alındı…
Üsküdar Üniversitesi Sağlık Kültür ve Spor (SKS) Daire Başkanlığı bünyesinde bulunan Psikoloji Kulübü tarafından “Aşk 101” başlıklı sempozyum gerçekleştirildi. Sempozyumda aşkın yeni nesil boyutları, fizyolojik etkileri, kişiler arası çekim mekanizmaları ve aşkla ilgili derin psikolojik gerçekler ele alındı. Sempozyuma Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Uzm. Dr. Mert Sinan Bingöl, Uzman Klinik Psikolog Zehra Erol ve Felsefe Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ömer Osmanoğlu katılım sağladı.
Üsküdar Üniversitesi Güney Yerleşke Sokrates Salonunda gerçekleştirilen sempozyum öğrenciler tarafından yoğun ilgi gördü.
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan: “Romantizmin bittiği bir dünyada yaşıyoruz”
Günümüzdeki dünyada aşkın içindeki büyünün bir ürün haline geldiğini ifade eden Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan; “Her aşkın derinliği ve her aşkın neye dönüşeceği farklıdır. Onun için genelleme yapılabilecek şeyler değil ama her birimizi etkileyen aşk çünkü bir ürün. Bizim zihnimizin bir ürünü. Yaratıcıya, bir inanca ihtiyaç duyduğumuz gibi bir ihtiyaç. Hep derler ya; ‘Aşk, yalnızlık, yalnız Allah’a mahsustur.’ diye aşk, o yalnızlığı da bitiren bir şey. Aynı zamanda Allah’ın sunduğu bir nimet. Kapitalizmin yeni ruhu ise buna çok izin vermiyor. Her şey tüketim toplumunun formatına soktuğumuz gibi aşkı da bu noktaya doğru getiriyor. Hızlı tüketilen, çoğul yaşanan, sınırları olmayan ama maddi anlamda sınırları olmayan, duygusal anlamda ise çok sınırlı. Çünkü duygusal bakımdan bakıldığında aşk sınırsızdır. Yani nereye kadar derinleşeceğini, nereye kadar dönüşeceğini bilemezsiniz. Farklı yerlerle düşünüyoruz. Kapitalizmle birlikte giderek belden aşağıya doğru indirdiğimiz bir şey. Aslında daha alt düzeye doğru indirdiğimiz cinsellik üzerinden tanımlamaya başladığımız ilişkiyle aşkı karıştırdığımız bir düzen. Ghosting, love bombing yeni yeni türlü bir şeyler var değil mi? Hayatımızda kavram üstüne kavram çıkarıyor, paketliyorlar. Her şey olduğu gibi aşkı da paketliyorlar. Romantizmin bittiği bir dünyada yaşıyoruz. Romantizm içinden büyüyü çıkartıyorlar. Homosapiens’ten, robot-sapiens’e doğru geçiş dönemi insanı bir takım insansız duygularından arındırarak mükemmele ulaşmak, yeni ağrıyı ırk felsefesi bu çocukluktan itibaren başlıyorsunuz buna mesela değerlerimizi aşındırıyor.” şeklinde konuştu.
“Doğal aptallıklara hasret kalacağız”
Kapitalizmin her şeyi yapay hale getirdiği gibi aşk duygusunun da yapay hale geldiğine vurgu yapan Arıboğan; “Bunu yeni normal, yeni değer haline getiriyor ve bununla mücadele edemiyorsunuz. İnsanların zayıf kalma zorunluluğu, genç kalma zorunluluğu gibi bunların tamamı estetik değer olarak empoze ediliyor ve buna ulaşamadığınız anda sizi mutsuz ediyor. Neden burunlarımız küçük olmalı? Neden hokka gibi olmalı? Sevgililer Günü reklamları tek bir güne sıkıştırılmış güller, yüzükler… Kapitalizm aslında ilişkinin eskimesini istemiyor. Herhangi bir şeyin eskimesini istemiyor. Artanı at, bozulanı at, hemen yenisini al. Zaten yenisini almak daha ucuza geliyor. Kullan at, kaybedene kadar kullanacaksın. Bozulduğunda at bitsin, aşkı da buna döndürürsen kullandın, heyecanın geçti. At gitsin yenisine yürüyoruz. Ne kadar ahlaksız olduğu falan çok önemli değil, daha prestijine yürüyoruz. Daha şöhretlisine yürüyoruz. Bana daha fazla imkân sağlayanına yürüyoruz. Daha gencine yürüyoruz. Daha cinsel cazibelisine yürüyoruz. Daha estetik olarak kapitalizmi şekillendirdiğine daha moda olana doğru yürüyoruz. Kullandığımız çantadan farkı yok. Sanayi sonrası toplumla birlikte üretilen şey insanlığın ta kendisi insandır. Onun için insana dair her şey suni olarak üretilmektedir. Doğal haline bırakılmamaktadır. O yüzden yapay zekâ yerine doğal aptallıklara hasret kalacağımız bir döneme doğru girdiğimizi maalesef söylemek zorundayım.” dedi.
Uzm. Dr. Mert Sinan Bingöl: “Sevgi uzun vadede kurulan bir ilişkidir”
Tutkulu aşk ve sevginin farklı iki duygu olduğuna dikkat çeken Uzm. Dr. Mert Sinan Bingöl; “Bahsettiğimiz bu erken dönemdeki duygu aslında en temelde kendimizle alakalıdır. Biz birisiyle karşılaştığımız o ilk anlarda aşkı hissediyorsak hatta ne kadar çok güçlü hissediyorsak bu bizim bir o kadar güçlü ihtiyaçlarımız olduğunu gösteriyor. Öyle olmasaydı bir saat önce tanıştığı kişi için kimse kendini feda edemezdi. Titanik filmindeki olayı biliyorsunuz, birçok filmde de böyledir. Yeni tanışıyorlar, bir saat önce hayatına girmiş iki saat sonra belki çok büyük bir aşkın içinde görüyoruz onları ama aslında orada bir gün dilimi yok. Kendi geçmişinden getirdikleri ilişki dinamikleri onların o güçlü duyguları bu kadar kısa sürede hissetmesine sebep oluyor. Bu bağlamda sevgiyle karşılaştırırsak, sevgi uzun vadede kurulan bir ilişkidir. Kişiyi tanıdıkça, bildikçe uyum varsa sevgiye dönüşür, yoksa nefrete dönüşür. Tutkulu aşkta kendi ihtiyaçlarımızdan kaynaklı olur bu nedenle de tutkulu aşta çok fazla nesne belirli olmuyor yani herhangi bir kişiye herhangi bir çekim hissedebilirsiniz. Bu anlamda ama sevgi için mutlaka nesne belirlenir. Tanırsınız, bilirsiniz eğer sevme potansiyeli varsa öyle seversiniz. Bu anlamda sevginin sürdürücü olduğunu biliyoruz. Sevgi ilişkilerde en temelde sürdürücüdür, aşk ise başlatıcıdır. Yani iki kişiyi bir araya getirir, aradaki bağlantıyı sağlar kendi görevini tamamlar ilişki yolunda giderse zaten sevgiye dönüşür ve devam eder. Dönüşmezse de boşluğa dönüşür ve biter. Bu anlamda sevginin daha kalıcı ve güven veren bir duygu, ilişki olduğunu görüyoruz. Tutkulu aşk ise daha çok kısmi olarak kontrolümüzde, temelde bizim yapmamız gereken şudur; Psyche ile Eros’ un aşkı gibi başlayıp, Adile Naşit ile Münir Özkul gibi devam etmemiz gerekir. Burada en temel şey birbirleri arasında tutkulu şekilde sürekli aşkım, canım, kelimeleri tutku bağı yok ama birbirlerine karşı çok kalıcı ve güçlü bir şekilde güven, sevgi, samimiyet ve hepimizin uzun vadede aradığı şey. Temel amacımız ilişki süreçlerinde bu olmalıdır.” şeklinde konuştu.
“İnsanların dikkatini çeken ilk özellik, fiziksel görünüm”
Kadın ve erkeklerin dış görünüşleriyle birbirlerini etkileyebilmesinden bahseden Bingöl, insanların dikkatini çeken ilk özelliğin fiziksel görünüm olduğunu söyledi. Bingöl; “Bizim ilk dikkatimizi çeken şey fiziksel görünüm oluyor. Burada özellikle vücut simetrisi ve güzellik kavramı çok önemli çünkü kalıtımsal olarak türün geleceğini daha iyiye doğru götürüyor, o yüzden bu ilk aşamada çok önemli. Bunun dışında güzellik ve simetrik olarak bakıldığında işe alımlarda, mahkemelerde kararlar alındığında bu durumların kararları etkilediği görülmüştür. Bu aynı zamanda kişiye bir statü sağlıyor yani bu güzellik sayesinde belli bir statü kazanıyor. Kendi değerini yükseltmiş oluyor. Örneğin vasat bir kişi, güzel ve statüsü yüksek bir kişinin yanında kendisini yükseltiyor. Bilimsel çalışmalara göre kadınların erkeklerde aradığı uzun boy ve daha sonra bununla beraber bakılan bel kalça oranı. Bel kalça oranı daha çok 0.9 oranında olması daha ideal olduğu söyleniyor. Ayrı zamanda atletik ve keskin bir yüzünün olması kadınların erkeklere yönelimi konusunda en çok dikkat çeken konulardır. Erkeklerin kadınlarda dikkat ettiği şey ise küçük bir bel kalça oranının olması özellikle 0.7 oranı kilodan bağımsız bu veri elde edilmiş, kilolu bile olsa eğer bu oranı koruyorsa çekici gelebiliyor yapılan çalışmalara göre bununla beraber, bebeksi yüz gelmektedir aslında bebeksi yüz her iki cinsiyette önemli bebeksi yüz çocuklarda masumiyeti simgelediği için erkek ve kadında ilgiyi daha da ön plana taşıyor. Çocuksu yüzün olması her iki cinsi yönlendiriyor. Fiziksel çekime erkekler daha fazla önem veriyor.” dedi.
Uzman Klinik Psikolog Zehra Erol: “ İlk başta karşımızdaki kişinin pozitif yanlarını görüyoruz”
Âşık olan insanların partnerlerini yücelttiğini ve partnerinin her davranışına pozitif şekilde baktığını ifade eden Uzman Klinik Psikolog Zehra Erol; “Aşk kelimesi aslında arzu kelimesinden türemiştir. Biz daha çok tabii ki seanslarda dürtüsel, duygusal yanıyla daha çok karşılaşıyoruz. Aşk duygusu hem anlık bir duygu hem de uzun vadeli bir ruh halidir. Tabi ki sevgi nesnesinin bilincinde olma yani aslında o sevgi nesnesine aşırı odaklanmayı içerir. Biz daha çok aşk dediğimizde erken dönemlerdeki romantik aşkın ilk zamanlarından bahsediyoruz. O coşkulu zamanlarından bahsediyoruz ama sadece bir duygu olarak değil dürtü, eylem, düşünce, beklentiler, inançlar, değerleri kapsayan psikolojik bir pakettir. Aslında tek bir boyuttan söz etmek mümkün değildir ve herkesin kendi yaşantısına göre kişisel öyküsüne göre de aşkı algılayışı farklıdır. Günlük yaşantıda da terapilerle de hep diğerinin varlığını yüceltildiği bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Biz ilk başlarda aslında hep pozitif yanlarını görüyoruz ve pozitif yanlarını gördüğümüz için sevgi nesnesini yani âşık olduğumuz kişinin o dönemde bazı bizi rahatsız eden şeyler olsa bile çok üstünde durmuyoruz. Birtakım nedenler buluyoruz. Örneğin seanslarda kişiler aşık oldukları insandan bahsederken diyebiliyorlar ki çok ilgili, çok cana yakın, her gün beni arıyor ama aslında sormadığınızda ve böyle detaylı olarak irdelemediğinizde söylemeyi unuttuğu bazı şeyler olduğunu fark ediyorsunuz. Bunların bazısı kendi döneminde pozitife odaklandığı için üstünde durmak istemediği konular. Örneğin evet çok ilgili çok cana yakın arada benimle görüşüyor, yeni başladığı için ama arkada mesela eski sevgilisiyle hala görüşüyor, biliyor bunları söylemiyor. Bu ilk dönemlerde coşkun olduğu zaman kişi pozitif şeyleri görse bile üstünde durmuyor. Bu süreç devam ettiği zaman bir süre sonra eğer problemler devam ediyorsa, ‘Neden bunlara tahammül ediyorum?’ diyor.” dedi.
“Mitler ve kültürler aşkı etkiliyor”
Her çeşit kültürün aşkı farklı etkilediğine değinen Erol; “Aşkla ilgili mitlerden bahsedeceğim. Bunlar bizim seanslarda sık sık karşımıza çıkar. İlki ve tabi ki sonsuza dek mutlu olma efsanesi, biz aşık olmayı sağlayamazsak bile değerli görünmek ve beğenilmek için yeteri kadar çaba harcarsak insanlar, beğendiğimiz ya da aşık olduğumuz kişi tarafından beğenebileceğimize inanırız. Aslında kültürün bunda çok fazla bir payı var. Özellikle kız çocukları yetiştirilirken en güzel doğru olması ve kendine bakımlı olması elinden gelen her şeyi yapması, bu değerlerle yetişiyorlar ve çoğu seanslarda zaten görüyorsunuz. Bu algıyla yetişen kişilerin problemle karşılaştıklarında ilişkide elinden geleni hatta ötesini yapmaya çalıştıklarını ve bir nokta gelecek ve ondan sonra sorunların azalacağına inandıkları bir tutum var. Bu kültürde çok yaygın bir tutum. Bu eskiden kadın partnerlerde çok görülüyordu şimdi erkeklerde de farklı bir şekilde görülüyor. Erkekler son dönemde yeteri kadar fiziksel çekiciliğe sahip olursa, eğlenceli olursa yüksek statülü bir kadın tarafından beğenilebileceğine dair bir algıları var. Yine aşkla ilgili diğer bir mit aşkın kendi kendiliğinden gerçekleşmesi gerektiği. İlk baştan itibaren sürekli 2 kişinin bir arada olması inancı. Tabii ki ilk anda âşık olmanızın, aşkın birtakım nedenleri var. Âşık olduğunuz kişiyle her an bir ikiz gibi gezmemiz gerekmez. Herkesin kişisel alanı var ve aslında o sınırlar olduğu zaman ilişkinin başında o ilişkinin nasıl ilerleyeceğine dair bize fikir verir. Aşk kavramının, aşkın kendiliğinden ortaya çıkan iradenin devreye girmediği bazı kültürler var. Özellikle doğu kültürlerinde aşk. Kişinin kendini ilişkiyi adadığı bir süreç olarak değerlendirir. Acıda aşkın içinde doğallaşır, bizim kültürümüzde bu var ama çok hızlı bir değişim de var. Zamanla bakış açısı da değişiyor ama mantıksal değişimle, rasyonel ve akılcı yönüyle duygusal bir uydu arasındaki değişim çok paralel gitmiyor. Duygusal kültür, bizim kültürümüzde ağırlık olarak daha çok olayların mantıklı yorumlama kısmında farkındalığımız biraz daha fazla ama duygusal ve davranışsal farkındalığımızın düşük olduğunu söyleyebilirim.” ifadelerini kullandı.
Doç. Dr. Ömer Osmanoğlu: “Aşka felsefi bir açıdan yaklaşmayı denemek kendi içimizdeki bir paradoksu içeriyor”
Filozofların aşk konusunda başarısız olduğuna dikkat çeken Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ömer Osmanoğlu, filozofların yaşamlarında daha çok aşkın yıkıcı yanlarıyla karşılaştıklarından bahsetti. Osmanoğlu; “Şimdi aşka felsefi bir bakış yapmayı deneyeceğim. Yani felsefi açıdan tabii ki evvela aşka bakmak gerekiyor. Aşkın farklı anlamlarını, farklı tezahürlerini ele almak gerekiyor işte benden önceki hocalar aşkın farklı boyutlarını ele almaya çalıştılar. Belki de benimki bir kökene geri dönüş kavramlara, terimlere bir tür geri dönüş gibi olacak. Eski zamanlardan günümüze az bir şey kaldı gibi görünüyor. Aşka dair yani romanlarda, dizilerde, şarkılarda, filmlerde, masallarda. Aşkın izlerine rastlayabiliyoruz. Fakat bu büyülü sözcüğün kelimelerimizin ve gündelik yaşamlarımızın arasından sıyrılıp gitmesine maalesef göz yumuyoruz. Burada eski aşklar, yeni aşklar arasında zıtlıklar, tezatlıklar var. Buraya girerek çok da moral bozmak istemiyorum. Ben biraz daha umut verici ve kökene dair felsefi bir çerçevede bir şeyler söylemek istiyorum. Aşka felsefi bir açıdan yaklaşmayı denemek, kendi içimizdeki bir paradoksu içeriyor. Bu nasıl bir paradoks, gördüğümüz kadarıyla filozoflar aşk konusunda başarısız. Yani böyle çok olumlu, verimli, özgürleştirici, yetkinleştirici bir boyutu var aşkın. Bir de yakıcı, yıkıcı, yıpratıcı bir tarafı var. Filozoflar yaşamlarında aşkın daha ziyade yıkıcı yanlarıyla karşılaşmışlar. Aklımıza gelen bazı örnekler Sokrates’le eşi Xanthippe, Sokrates’in filozof olmasından eşi çok mustarip, sokaklarda dolaşıp insanlarla konuşmasından mustarip yani eviyle çok ilgilenmiyor. Sürekli dışarıda insanlarla işte erdem, bilgelik soruşturması yapıyor. Bu anlamda bize kadar anlatılan bazı hikayeler var. Sokrates; ‘Evlenin, eşiniz iyi olursa mutlu olursunuz, kötü olursa da filozof olursunuz’ diyor.” dedi.
“Varoluşumuzun özünde âşık olmak ya da âşık olunmak var”
İnsanların içinde bir aşk özüyle doğduğundan bahseden Osmanoğlu; “Aşk bizim doğamızda mevcut. Hepimiz doğuştan bir aşk özüyle doğuyoruz. Yani varoluşumuzun özünde aşık olmak var ya da aşık olunmak var. Bu evrensel bir değer ve bu değer bizi başka insanlara başka bir nesneye ya da yüce bir varlığa doğru sürüklüyor. Dolayısıyla aşk yoğun bir sevgi, sevginin yoğun hali fakat aşkla sevgi arasında çok ciddi farklar var. Tanımlarken zorunlu bir biçimde sevgi üzerinden tanımlıyoruz ama sevmekle âşık olmak çok farklı şeyler. Aşk daha karmaşık aşkta cinsel cazibe, çekim, şehvet, tutku, ihtiras, insanın kendi benliğinin silinmesi fedakârlık değil mi? Aşkta gözlerimiz kör olur. Aşk gözleri kör eder, kulakları sağır eder. Dolayısıyla aşkta hesapsız, kitapsız bir atılma var. Ötekine doğru bir yönelme, erilme, bir olma var. Dolayısıyla aşkın çılgın bir tarafı var. Tutkulu biçimde sevme, yönelme, gözüm hiçbir şey görmeyecek şekilde yönelmesi, sevginin fazla olma durumu, aşkı böyle tanımlıyorlar ama aşk böyle bir şey değil. Yani sevginin yoğun hali diyerek aşkı anlayamayız. Aşk bir tür iptila, bir tür tutkunluk. Ortadan yok olmak, iptila olma, müptela olma. Yani bırakamazsın istesen de vazgeçemezsin. Aşk bir tür ebediyet duygusunu hissetmemizi sağlıyor. Sonsuzluk duygusunu hissediyoruz. Aşık olduğumuzda çocukluğumuz aklımıza geliyor, yaşadıklarımız. Bunu birinin görmesini istiyoruz ama öte yandan da aşıklar ölümden çok söz ederler. Ölüm düşüncesi vardır kafalarında ve bir tür sonsuzluğa birlikte erişme duygusu da vardır. Yani sonsuzluğu hissedersin. Aşık olduğunda nefes aldığında sanki sonsuzluğu nefeslenmiş gibi hissedersin. Dolayısıyla aşk ve ölüm kelimelerinin yan yana anılması bizi şaşırtmamalı. Aşk kalpteki daimi bir meyildir. Yani hesapsız kitapsız, korkusuzca bir adama var.” şeklinde konuştu.
Öğrencilere kitap hediye de edilen sempozyum toplu fotoğraf çekimi ile sona erdi.
Üsküdar Haber Ajansı (ÜHA)